2 Mayıs – 29 Mayıs 2022

2 Mayıs – 29 Mayıs 2022

Bu günlük yazılarının daha ikincisinden hemen sonra araya sürpriz bir yarış girdi. Ardından da yarış sonrası toparlanma evresi gelince zihin ve parmaklar bu konuda soğuyuverdi. Bir süredir antrenmanlara geri döndüm ama bu günlük yazılarına bir türlü dönememiştim. Bunun nedeni tembellik değil. Daha çok ne yazacağını bilememek; hem ilerisi için kendime bırakacak değerli bir şey bulamama hem de benim dışımda okuyacaklara katkısı olacak bir şeyler üretememe kaygısı. Tabii oturup biraz üzerine düşününce bu kaygının yersiz olduğu hemen görülebiliyor. Çünkü hem ne yazarsam yazayım bahsettiğim o değeri içinde bulamıyorum hem de biliyorum ki yazacağım en kötü şey bile anlamlı ve değerli olabilir. Benim zihnim böyledir işte, bir sarkaç gibi bir o uca bir bu uca salınır; açısal bir momentumu da olduğundan bir uca her gittiğinde aslında kendini farklı bir yerde bulur, dairesel olarak da dolanır durur yani. Neyse gelelim neler oldu ve oluyor kısmına.

Yarış nisan ayının ortalarındaydı. Sonrasında kendimi biraz yıpranmış ve yorgun hissettim. Bir süre dinlenmeye karar verdim. 10 gün kadar sonra bir hasar tespit koşusu, sonraki hafta da zorlayıcı olmayan birkaç koşu yaptım. Planım normal antrenmanlara mayıs ayı başında dönmek ve bu yılın ana hedefi olan Spartathlon 2022’ye hazırlanacağım 5 aylık bir döneme başlamaktı. Öyle de yaptım. Daha ilk iki haftanın koşularından sonra birkaç kişiden “Sakatlık durumu mu var? İyi misin?” gibi sorular aldım. Bunu çok doğal karşıladım çünkü benim içinde çok büyük bir değişiklik olmuştu. Neydi bu değişim?

İngiltere’ye taşındığım yıl da Spartathlon’a katılmıştım. O yarıştan sonra neredeyse hiç yapılandırılmış bir antrenman dönemi geçirmedim. Yani sadece keyif almak için koştum; hızlanmak, dayanıklılık artırmak ya da başka bir hedefe yönelik herhangi bir antrenman ajandamda olmadı. Hiç yapmadım desem yalan olur, ara ara acaba yeniden hızlı 5k-10k denemeleri yapabilir miyim diye düşünüp interval ve tempo antrenmanı yapma girişimlerim oldu ama hep kısa sürdüler. Bu küçük dönemlerin dışında sürekli aynı hızda -benim doğal tempomda- yaklaşık 20 km civarında koşularla geçti son birkaç yıl. Tabii bunun anlamı da, belki biraz dayanıklılık dışında, hiçbir alanda anlamlı kazanımlar elde edememekti. Böyle davrandığım için pişman değilim, hayatımda büyük bir değişiklik yapmıştım ve aklımdaki birçok yarış/mesafe hedefine de ulaşmıştım. Kendimi biraz rahat bırakmamın zihin sağlıma faydası olduğunu söyleyebilirim. Koşarken yeni çevremin tadını çıkarmak, sürekli sesli kitap veya podcast dinleyerek ufkumu genişletmek, uzun uzun kendimle başbaşa kalarak düşüncelere dalmak bana iyi geldi. Ama artık sadece keyif için koşmaya bir son vermemin de zamanı gelmişti.

Ben tam bunları düşünürken ve artık daha derli toplu antrenman yapmalıyım diye karar verme aşamasındayken The Real Science of Sport Podcast’in bir bölümünde Ross Tucker ve Mike Finch süper elitlerin nasıl antrenman yaptığını konu alan bir bölüm yayınladılar. Bölümün başında Ross Tucker hem Mike Finch’e hem de biz dinleyenlere şöyle dedi: “Siz bu elitler gibi antrenman yapamazsınız. Hayır, onların çıktıkları hızlara çıkamazsınız ya da onlar kadar kendinizi zorlayamazsınız demiyorum, aksine onlar kadar çok easy (kolay) antrenman yapamazsınız diyorum. Hem sıkılır, yaptığınız işten keyif alamazsınız hem de o kadar çok zamanınız yok.” Bunu söyledikten sonra ünlü bazı elitlerin antrenmanlarından örnekler verdiler. Hatta bölüm notlarında dünyanın en iyi uzun mesafe koşucularının antrenman detaylarını inceleyen şu makaleye bağlantı vardı. Bu elitlerin antrenman yaklaşımlarının en önemli ortak noktası hepsinin antrenmanlarının %80’inden daha fazlasını easy (kolay) geçiriyor olmalarıydı. Bölümü dinlerken ve bazı elitlerin çok detaylı antrenman programlarını da içeren bu makaleye göz atarken Kipchoge’nin easy antrenmanlarını 4:30-5:00 dk/km pace ile yaptığını fark ettikten sonra bir şeyleri kökten değiştirmeye karar verdim. Kipchoge bile bu pacete easy antrenman yapıyorken benim tüm koşularımı bu aralıkta yapmam beni hiçbir yere götürmezdi. Şimdi bunu okuyanların aklına şu geliyor: “Bunu bugüne kadar bilmiyor muydun?” Tabii ki biliyordum. Bunca sene bu konuda okudum, araştırdım, öğrendiklerimi uygulayarak çok güzel sonuçlar aldım. Bunları bilmemem mümkün değil. Ama bazen insanın bildiklerini uygulamaya başlaması için dış etkenler gerekebiliyor. Zihnim zaten bunlarla meşgulken, bir de böyle şeyler dinleyip okuyunca kararımı hızla verdim. Aslında bu konuda düşünmeye daha yarış sırasında başladığımı raporumda da yazmıştım. Vücudum bir tempoya çok alıştığından uzun uzun yavaş koşmaktansa hızlı koşup aralarda yürüme şeklinde bir ritim tutturuyor. İkincisi birincisine göre daha verimsiz ve yavaş.

Neyse daha fazla uzatmayayım, bunlardan sonra bu 5 aylık dönemde daha farklı bir yaklaşım belirlemeye karar verdim. Tabii böyle olunca birçok koşum 6’lı pacelerde geçmeye, içinde hızlı bölümler olan koşularımın bile, ısınması ve soğuması çok yavaş geçtiğinden, ortalama tempoları son yıllardaki antrenmanlarımdan çok daha düşük olmaya başladı. Bundan şimdilik çok memnunum, sonuçlarını görmeye başladım bile. Hız çalışmaları yapmayı da çok özlemişim, onlardan da çok keyif alıyorum. Mayısın başından beri yavaş yavaş hacim arttırarak ilerliyorum. Daha yaz uzun, bakalım neler olacak.

Öte yandan bu aralar kendimi yok gibi hissetmeye başladım :). Sosyal medyada insanlar o kadar çok şey paylaşıyor ki, telefonuma doluşan uyarıları okudukça onlar varmış da ben yokmuşum gibi bir his oluşuyor içimde. Çok şaşırıyorum, insanlar bu kadar çok fotoğrafı, videoyu nasıl çekiyor, eliyor, editliyor, paylaşıyor. Hele o storyler yok mu! Ben koşarken ilginç bir şey görüp fotoğraf çeksem onu story şeklinde paylaşmak o kadar zor geliyor ki, uğraşırken bir süre sonra sıkılıp vazgeçiyorum. Daha önemli şeyler yapabileceğim birkaç dakikayı o garip arayüzle boğuşarak geçirmek istemiyorum. Acaba yaşlandım mı diye de düşündüm, ama ı-ıh hayır, bence bu yaşlılık değil. Benim işim zaten teknoloji, yazılım, kullanıcı arayüzleri ve uygulamalar. Onları anlamamam veya kullanamamam söz konusu değil. Sadece gereksiz, işlevsiz ve saçma geliyor. Yanlış anlaşılmak da istemem, sosyal medyaya karşı değilim, birçok yönüyle hoşuma da gidiyor ama acaba insanlık yine bir şeylerin ucunu mu kaçırıyor? Eğer bunları yaratarak ve paylaşarak var olacaksak ben yok olmaya başladım bile. İnsanlar sadece orada gördüklerini zihinlerinde var ediyorlarsa, ben artık yokum zaten. Instagram hesabıma bakıyorum, ortalama paylaşım frekansım 1-1,5 ayda bir. Hoşçakal Mert, sen artık bizim dünyamızda yoksun. E ne yapalım, varsın öyle olsun. Ama unutmayın, ben gerçek hayatta varım ve daha fazla şey öğrenerek, daha çok düşünerek, bir şeylerin daha fazla farkına vararak, her geçen gün daha da çok var olmaya çalışıyorum. Belki bir gün yeniden hep birlikte gerçeklikte var oluruz.

2016-2017 gibi Expanse roman serisinin ilk 3 kitabını okumuştum. Bilim kurguyu çok severim, hem edebiyatını hem de sinemasını. Bilim kurgu hard ve soft olarak kabaca ikiye ayrılır. Hard olan tarafta daha fazla bilim, teknoloji, mühendislik gibi detaylara yer verilir. Soft tarafta ise geleceğin dünyasında ya da fantezi dünyalarda olabilecek farklılıkların insanın yaşamına, psikolojisine, toplumların davranış ve kültürlerine etkisine odaklanılır. Expanse serisi hard ağırlıklı ama soft taraftan da elini çekmemiş çok güzel bir kitap serisi. Yazarları aslında Daniel Abraham ve Ty Franck isimli iki kişi ama bilim kurguda 3 hatta 4 isimli yazarların daha çok sattığını düşünüp bu işe başlarken kendilerine sahte bir isim seçmişler: James S. A. Corey. Ad ve soyad sırasıyla Abraham’ın ve Franck’in göbek adları ve S. A. da Abraham’ın kızının adı ve soyadının baş harfleri. Kitap serisini halen yazmaya devam ediyorlar. Şimdiye kadar 9 kitap oldu. Sanırım henüz sadece ilk 3 kitap Türkçeye çevrildi. 2016 – 2022 arası ilk 6 kitap, 6 sezon olacak şekilde dizi olarak da çekildi. İlk 3 kitabı okurken hem hikayeyi çok beğenmiştim hem de bilimsel konularda ve mühendislik bilgilerinde ne kadar detaycı ve gerçekçi yazdıklarını görüp hayran kalmıştım. Sonrasında dizilerin de ilk sezonu izlemiş, sanırım kitapların çok fazla etkisinde olduğumdan diziye çok ısınamamıştım. Son dönemde diziyi izlemeye yeniden başladık ve bu sefer çok beğenerek ilerliyoruz. Şimdi fark ediyorum ki dizi de kitaplar kadar başarılı. Kitapların anlatmaya çalıştıkları dünyayı çok güzel yaratmışlar. Dizi devam ederse izleyerek etmezse de 7. kitapla yeniden o dünyaya döneceğim galiba. Hem kitapları hem de diziyi şiddetle öneriyorum.

Bir yandan da geçen yıl Children of Time kitabını okuyup tarzını çok beğendiğim Adrian Tchaikovsky’nin yeni bir kitabına başladım: Shards of Earth. Bu da en az Expanse kadar hard bilim kurgu ve aynı zamanda da tam bir space opera. Henüz ortalarındayım ama şimdiden beni sardı. İkinci bir kitabı da var, bakalım bu kitap beni ikincisini de okumaya zorlayacak mı?

Bu aralıkta bir de çok güzel bir şeye tanıklık etme fırsatı yakaladım. 24 saat, 12 saat ve 100 mil dünya rekorlarının sahibi Aleksandr Sorokin İngiltere’de bir yarışta 100 km dünya rekorunu kırmak için koştu. Yarışın Londra’ya çok yakın bir şehirde olacağını duyunca tabii ki gidip izledik. Biz oraya vardığımızda 65-70 km geride kalmıştı. Çok rahat bir şekilde sürekli aynı hızda koşmayı sürdürürken ve sonunda rekoru kırarken gördük. 100 km’yi 6:05:41 gibi inanılmaz bir sürede bitirdikten sonra da çok rahat görünüyordu. Bunlar bizim için belki çok önemli şeyler ama o gün o pistte izlemeye gelen en fazla 30-40 kişi vardı. Çok ilginç değil mi? Aynı gün Mo Farah orada 10000 m koşacak olsa kapıda bilet kesilir hatta birçok insan içerisi dolduğu için dışarıda kalırdı. Koca koca televizyon kanalları canlı yayınlardı. Bu çaba daha mı az, bu kırılan rekor daha mı az şaşırtıcı? İnsanoğlunu anlamak gerçekten çok zor. Gerçekten bu mesafelerde kırılan rekorlara bu kadar kör ve sağır kalınması beni çok şaşırtıyor. Tamam izlemesi zor hatta imkansız ama olup bittikten sonra da haber olmaması ilginç. Sanırım insanların algılayamayacakları düzeyde performanslar bunlar. Algılayamadığın, anlayamadığın şeye şaşıramaz, onu takdir edemezsin.

Geçenlerde The Royal Institution YouTube kanalında Andrew Steele’ın “Getting old without getting older” başlıklı bir konuşmasını dinledim. Yaşlanmanın ve ölmenin kaçınılmaz olduğunu ancak hem ömrü uzatmanın hem de bu uzayan kısımda acıyı, ızdırabı engelleyerek yaş almanın mümkün olduğundan ve bu konuda yapılan araştırmalardan söz ediyor konuşmasında. Benim çok fazla ilgimi çeken ve burada paylaşmak istediğim şu aşağıdaki grafik. Grafikte X ekseni yaşı, Y ekseni de bir sonraki yılı görememe olasılığını gösteriyor. Bu bana çok çarpıcı geldi. Özellikle de 65-70 yaşından sonra duvar gibi yükselen kısım. Resmen o duvara çarpacak şekilde hızla o tarafa doğru yol alıyoruz hepimiz. 30 yaşındayken 31 yaşına ulaşamama olasılığı binde birken, bu oran 65 yaşında yüzde bire, 80’de ise yirmide bire düşüyor. Bir yıl daha yaşayacağı en kesin olan insanlar 10 yaşındaki insanlar. Resmen ölümsüz gibiler, sadece on binde biri ölüyor. Ben de bu oranın tam 47’de kaç olduğunu merak ettim. Binde bir ile yüzde bir arasında bir yerlerde. Yani 47 yaşındaki her 500 kişiden biri gelecek yılı göremeyecek. Çok acayip. Bunu daha önce de yazmıştım bir yerlerde, içimizde birer saatli bombayla geziyoruz. Kalbin bir an teklemesine, damarlardaki küçük bir pıhtıya bakar. Kontrolümüzde olmayana bir şey yapamayız ama kontrol edebildiğimiz kısımda mümkün olduğunca sağlıklı yaşamaya çalışmak gerek.

Bu arada Ayarı Kaçanlar devam ediyor. Son bölümde Ironman mesafesinin Breaking2’su olan Sub7/Sub8 projesini konuştuk. Hem konu ilginç hem de biz epeyi etraflıca konuşmuşuz. Bu tip denemeler ilginizi çekiyorsa o bölümü öneririm.

Tabii çok uzun bir aralık olduğundan gerçekleşen şeylerin, düşündüklerimin, okuyup izlediklerimin ne tamamını anımsıyorum ne de anımsasam bile hepsini yazmaya yer ve zaman var. Olsun varsın, şimdilik bu kadarla bırakayım. Umarım daha sık yazabilirim. Herkese iyi antrenmanlar.

“2 Mayıs – 29 Mayıs 2022” hakkında 5 yorum var

  1. Süper, aynı sularda dolanıp duruyoruz. En azından beyinlerimiz buları yapıyor. Herşey saçma geliyor bazen herşey anlamsız herşey yaşamaya bir neden…ipini ucnu kaçırmak insanoğlunun yaptığı en iyi şey bence, evrimsel bir açgözlülük var her insanda. Kısacık ömrü aşırılıklarla doldurma çabası. İlginç olan koşu sırasında yaptığın ipin ucunu kaçırdığını fark etmeni anlatan bir bölümden sonra başka bir konuda ipin ucunu kaçırmayı yazman. İpin ucunu kaçırtan şey ise hormonlar ile biçimlenen salgı sistemimizin zaman zaman bizi ele geçirmesi. Baştan çıkarıcı yapısı ile hayatı keyifli kılan bu hormonal yapının esiriyiz. Evrim düşüncelerimizden çok bu hormonlar ile bize şekil veriyor daha çok, başka bir bakış açısı ile 3-4 milyar yıllık bir survive olma evrimi olan salgı sistemi birkaç milyon yıllık homo sapiens sapiensi pek siklemiyor.
    Yaşamın ephemeral yapısı beni de çok yoruyor ama bu acı ile başetmek için bunadığımızı düşünüyorum. Beyin ya da bilinç biyolojimize sıkışmış bir tutsak ve beden bizim bilincimizi sürekli sabote ediyor.
    Seni takip etmek gerçekten çok keyifli. Bilincimin bir şenliği. Teşekkürler

  2. Yazının kendisi ayrı, içinde link verilenler ayrı bir pencere açmış yine…
    Sizin yazılarınızı sahsen koşuya ilgi duydugum için okuyorum ama verdiğiniz linkler sayesinde ilgi alanım olmayan daha doğrusu hiç haberdar olmadığım şeyleri de öğreniyorum. Bu yüzden de yazılarınız çok kıymetli.
    Sağlıklı koşular diliyorum.
    Selamlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir