Aklımda Kaldığı Kadarıyla Spartathlon 2019

Aklımda Kaldığı Kadarıyla Spartathlon 2019

İlk maratonumu koştuktan sonraki gün üst bacak kaslarım inanılmaz ağrıyordu. Merdivenlerden inmek, klozete oturmak ya da oturduğum yerden kalkmak eziyet haline gelmişti. Büyük bir şehir maratonu koştuysanız ertesi gün tüm şehirde saçma sapan yürüyen, hareket eden insanlar görürsünüz, hepsi aynı dertten muzdariptir. Halk arasında bu ağrıya hamlama ağrısı deniyor. Hatta bazen “et kesilmesi” denildiğini de duydum. İngilizce adı “Delayed Onset Muscle Soreness” (DOMS); yani gecikmiş biçimde kendini gösteren kas ağrısı. Çünkü ağrı bir süre sonra ortaya çıkıyor. Uzun süredir çok fazla kullanmadığınız bir kasınızı bir anda normalden çok kullanırsanız bir gün (bazen iki gün) sonra bu ağrıyı yaşarsınız. İnsanların bir çoğu bu ağrının nedeninin laktık asit birikmesi olduğunu düşünür, öyle bilir ama aslında nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte kastaki mikro yırtıklar olarak tahmin ve kabul ediliyor. Bu ağrıyı anlatarak başlıyorum çünkü bu yılki Spartathlon yarışı sırasında yaşadığım ağrının ne olduğunu ve nedenini bilmiyorum, ama anlatırken ve ondan bahsederken tarif etmek için hamlama ağrısını kullanabilirim. İnsan 246 kilometrelik bir yarışın daha 50. kilometresinde bacaklarında böyle bir ağrı hissetmeye başlayınca şaşırıyor ama daha da önemlisi korkuyor. O anlara geleceğim elbet ama biraz geriden başlasam daha iyi olacak.

Heykele kadar dediler… (Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman)

Aslında beni tanıyorsanız veya bu blogu okuyorsanız 2017’de neler oldu biliyorsunuzdur. Spartathlon’u ilk kez o yıl koşmuştum, hikayesini uzun uzun yazdım, şurada duruyor. O yarıştan sadece 3 hafta sonra Kapadokya’da 120 km yarışına katıldım. Zaten daha Yunanistan’a gitmeden başlayan bel fıtığı macerası, Sparta’da heykelin altında bana uzatılan bir tas suyu yudumlarken sol ayak parmaklarımda hissettiğim uyuşuklukla ve sonrasında da Kapadokya parkurundaki kaya oyuklarında eğilerek ilerlemeye çalışırken beni bağırtan ağrılarla devam etmiş, Ankara’da birçok fizik tedavi, beyin cerrahisi ve algoloji muayenehanesinde vakit geçirdikten sonra bir hastanenin ameliyathanesinde son bulmuştu. Onun da hikayesi var, şurada.

Tamam, koşmaktan keyif alıyoruz, yarışlara katılmayı, bizim için çok zor olanı başardığımız o anları, bitiş çizgilerini seviyoruz ama insan L4-L5 omurları arasındaki diske lazerle müdahale edilmesinin üzerinden daha 40-50 gün geçmemişken nasıl bir motivasyonla 7 ay sonra koşulacak olan 246 kilometrelik bir yarışa katılma hakkı kazanmak için çekilişe katılır? Şimdi dönüp düşündüğümde kendim bile inanamıyorum. Ama yaptım, 2018 yılı Spartathlon’u için çekilişe katıldım. Neyse ki o torbadan isimleri çeken el benim ismimin yazılı olduğu karta denk gelmedi de 2018 yılının tamamını zihnen ve bedenen tamamen iyileşmek için harcayabildim. Bir başka “neyse ki”yi de bedenimde olup bitenler için yazmalıyım. Neyse ki her şey yolunda gitti ve 2018’de güzel yarışlar koştum.

Daha sabahın erken saatleri ama sırılsıklam olmuşum.

Katil cinayet işlediği yere muhakkak dönermiş ya, nedeni her neyse, biz de o zorlu rotalara, belki de zihnimizde ne yaparsak yapalım bize güvenmeyen diğer bizleri öldürdüğümüz o yollara, dağlara dönmek istiyoruz işte. Öldürmekle bitmedikleri, ortaya çıkmaya devam ettikleri için hala içimizdeler ve konuşmaya, bazen bizi aşağı çekmek için çabalarken yukarı ittiklerinin farkında olmadan dürtmeye devam ediyorlar. Gidip koşmuşsun, bir kerede koşacaksın demişler, kabul etmişsin, 36 saatte demişler, heykele dokunana kadar demişler, yapmışsın. Yok olmaz, o öteki benlerden bazıları “İyi de hava son 10 yılın en iyisiydi, bitirme oranı %70’ti” ya da ‘Belki de şansın yaver gitti, ikincisinde de gidecek mi bakalım?” deyip duruyordu. 2019 çekilişi için kayıt zamanı geldiğinde yine kendimi tutamadım, başvurumu yaptım. Neyse ki Spartathlon çekilişi için gereken ön koşulların geçerlilik süreleri 2 yıl, yani 2017 yarışını tamamlamak 2019 için başvurmama yetti. Öyle olmasa başvuramazdım, zira arada geçen zamanda bu gereksinimleri karşılayan hiçbir yarışı bitirmemiştim.

Artık herkes biliyor, Türkiye’den bu yarışa ilk katılan isim Aykut Çelikbaş; 2014, 2015 ve 2016 yıllarında o koştu. İkinci isim ben oldum, 2017 yılında oradaydım. Yani bu yıla kadar 4 katılım ve 2 katılımcı vardı ama her yıl tek katılımcı oldu. Kim derdi iki 3. kişinin de soyadı Çelikbaş olacak! 2019 çekilişinde Türkiye’den 3 isim çıktı; yine Aykut, yine ben ve Aykut’un kardeşi Aytuğ. Aytuğ çok disiplinli bir koşucu. Çok önemli ve zorlu ultramaratonlar koştu. Dağlarda kendini gösterdikten sonra yolda da hızlandı ve Spartathlon çekilişine katılmayı başardı. İlk defa koşacak olsa da daha önce abisine destek verdiğinden yarış hakkında, rota ve detaylar konusunda deneyimliydi. Yani 2019 Türkiye katılımcıları olarak deneyimli bir ekip olduk. Destekçilerimizin de neredeyse hepsi bu yarışta deneyim sahibi isimlerdi. Kağıt üstünde her şey tamamdı ama asıl yolculuk ondan sonra başlıyor işte, her gün çıkıp koşulacak, sıkılmak, yorulmak, bıkmak ve hatta hastalanmak, sakatlanmak yok. Ama hayat her zaman buna izin verir mi görecektik.

(Fotoğraf: Spartathlon Photography Club)

2000 yılından beri aynı işveren için çalışıyordum. 2008’den beri de aynı evde oturup aynı ofise gidiyordum. Yani anlayacağınız çok rutin bir yaşantım vardı. Bu rutinin içinde koşu da yerini bulmuş rahat rahat devam ediyordu. Rutin bazı yönlerden çok iyi ama kötü ve hoş olmayan yanları da yok değil. Hani diyordu ya Andy Dufresne, “Ya yaşamakla uğraşırsın ya ölmekle.” diye, bazen rutin çok uzadı mı insan ölmekle uğraştığını fark ediyor. Biz de birçok nedenin yanında ve aslen bu nedenle hayatımızı değiştirmeye karar verdik. Rutini öyle bir alt üst ettik ki biz bile şaşakaldık. Spatathlon’a katılacağım belli olduktan çok kısa bir süre sonra 18 yıllık işimden, 10 yıllık evimden ve kendimi bildim bileli yaşadığım coğrafyadan ayrıldım. Tam da Spartathlon için hazırlıkların başlayacağı dönemde, yani Mayıs ayında her şeyimizi verip/satıp iki valizle İngiltere’ye geldik. Ne ev vardı ne düzen; sadece öncelikli bu ikisine ulaşmak için harcanan büyük bir çaba vardı. Hava değişik, su değişik, yiyecekler değişik. Yollar, kaldırımlar hatta trafiğin yönü bile değişik. Zor ama heyecanlı geçen haftalarda bir yandan düzen kurma çabası veriyordum bir yandan da elimden geldiğince koşmaya çalışıyordum. O dönemde düzenli hiçbir şeyim olmadığından düzenli bir programım da yoktu. Fırsat buldukça çıkıp koşabiliyordum. Yol/iz bilmediğimden bir süre koşuyor sonra saatin çizdiği rotayı tersten takip edip kaldığım evi buluyordum -ki o da her hafta değişiyordu. Ancak temmuzda bir düzen kurabilildik ve o zaman adam akıllı koşabilir hale geldim. Ama yine de istediğim kadar çok koşamadım.

Aslında tüm bunları yazarken ortaokulda, lisede hepimizin gördüğü “Hiç çalışmadım ama 95 aldım.” çocukları gibi hissediyorum ama amacım olanı biteni yazıya dökmek, o yüzden ne olduysa veya olanı ben nasıl hissettiysem olduğu gibi yazıyorum. Zaten sonuna kadar okursanız siz de göreceksiniz ki 95 alamadım :). Yani elimden geldiğince çalıştım çalışmasına ama ancak sınıfı geçebildim. Neyse oraya da sonra geleceğiz.

Pollyanna (Fotoğraf: Spartathlon Photography Club)

O hengamede iki defa üst üste çift maraton koşmayı başardım. Hatta sanırım dördü de 3:40’tan hızlıydı. Yazın sonlarına doğru bir kere 50 bir kere de 60 km koştum. 60 km koştuğum gün hava çok sıcak ve nemliydi. Koşarken bir yandan “Çok iyi çok, Yunanistan’da da böyle olabilir” diye düşünüyor bir yandan da nefesle birlikte ciğerlerime alabilmek için etrafta oksijen arıyordum. Eve vardığımda bayılacak gibiydim, yere yattım tavana bakarken gözlerim karardı. Hiçbir şey göremeyince insan daha net düşünüyor galiba; “E oğlum sen 60 km koşunca bayılırsan 246 km nasıl koşacaksın?” Yapacak bir şey yoktu. Gidip sabah saat 7:00’de Akropolis’in önünde hazır olunacak ve gittiği yere kadar gidilecekti.

Öyle de yapıldı. Bu kısmı 13 harfle geçiyorum çünkü yolculuğu planlamayı, yolculuğa hazırlanmayı ve hatta yolculuğun kendisini hiç sevmiyorum. Bunlar benim için zulüm, bedenimi ve zihnimi aşırı yoran şeyler. Kimine göre çok kolay ve işin eğlenceli yanlarıdır belki ama bence çok zor ve sıkıcı. Bir şekilde sabah 7’de Akropolis’teydik işte. Kalabalığın içinde Aykut ve Aytuğ ile yarışın başlamasını beklerken bir anda şunu fark ettim: hiç heyecanlı değildim, peki bu iyi bir şey miydi yoksa bir felaketin ilk emareleri miydi? Heyecan yoktu, mutluluk da. Ama onların bıraktığı boşluğu başka bir his de doldurmamıştı. Kendimi bomboş hissettim, hedefe kilitlenmiş bir robot gibiydim. Yarış başladı ve koşmaya başladım. Aklımda hiçbir plan, başlangıç temposu ya da ona benzer bir karar yoktu. Bir süre Çelikbaş kardeşlerle koştuktan sonra kendi doğal tempomda gitmenin daha doğru olacağını düşünüp onları arkamda bıraktım.

Saatimde sadece süre (hareket halinde geçen değil normal süre), mesafe ve pil doluluk oranı gösteren bir ekran vardı. Bilerek başka hiçbir veri koymamıştım. Peysimi bilmek istemiyordum. Ama tabii o kadar yıl koşunca, insanın beyni süre ve mesafeyi görür görmez peys hesaplar hale geliyor. “Kardeşim bilmek istemiyorum hesaplamasana” da diyemiyorum. En iyisi saate bakmamak dedim ve başladım içimden geldiği gibi koşmaya. Bu kadar uzun bir yarışta belki de çok yanlış bir hareket ama yukarıda da anlattığım gibi garip bir ruh halindeydim.

2017’de hava nefisti. Bulutlu, hafif esintili ve güzel bir sıcaklıkta geçmişti ilk gün. 2018 faciaymış; yağmur, fırtına ve sel. Yarış öncesi teknik toplantıda bu yılın ne 2017 gibi ne de 2018 gibi geçeceği, havanın “normal” Spartathlon havası şeklinde olacağı söylenmişti. Bu standardın meali şu: güneşli, sıcak ve nemli bir hava. Belki de bunu bildiğim için günün ilk saatlerinde olabildiğince yol almak da vardı kafamda, biraz da o yüzden saldım kendimi, kim bilir. Henüz hava çok ısınmamış, güneş yükselmemişti. İstasyonlarda çok oyalanmadan ama hepsinde muhakkak bir şeyler içerek ilerledim. Kendimi öyle salmışım ki tam maraton mesafesinde olan ilk büyük istasyona 3:32’de geldim. Geçen sefer 3:45’te gelmiş ve kendime kızmıştım. Hava bu kadar sıcakken 13 dakika daha hızlı gelmek de ne demek oluyordu. Ama istasyondan çıkarken geçen üç buçuk saati düşünüyorum, 15 metre dahi kendimi zorlamadım, emindim bundan. Bu istasyonu biraz geçince sert bir tırmanış var biliyorum. Bu sene oraya öğlen sıcağında varacağımı da biliyorum.

(Fotoğraf: Spartathlon Photography Club)

Yarış öncesinde yolları anımsamaya çalışmış ama çok becerememiştim. Yarış sırasındaysa bilgisayar oyunlarında haritanın açılması gibi bir deneyim yaşıyorum; koştukça sonraki 3-5 km beliriyor hafızamda. İşte o tırmanışta ilk kez hissediyorum güneşi ve sıcağı. Ama çok sürmüyor, güzel manzarayı görünce yine unutuyorum. Sanki bir ilaç vermişler gibi, uyuşturulmuş gibi vücudumun zorlandığını hissetmeden koşuyorum. Tabii biraz sıcaklanıyorum ama 3-4 km’de bir olan istasyonların hepsinde buz var, buzlu suda kauçuklar var. Hepsinde durup bütün vücudumu soğuk suyla ıslatıyor şapkamın içine bir avuç buz koyup yoluma devam ediyorum. Acaba bu işlem mi engelliyor havanın yıpratıcılığını hissetmemi bilmiyorum. Ama 65. km civarında bacaklarımda (özellikle üst bacaklarımda, quadlarımda) hamlama ağrısına benzer bir ağrı başlıyor. İşte yazının başında bahsettim ağrı bu. “Yahu,” diyorum kendi kendime “bir sürü uzun yarış koştun, dağlara tırmandın, tepelerden indin böyle bir şey olmadı, şimdi nasıl olur da daha yarışın başında böyle bir ağrı olabilir? Hem bu ağrı yarış sırasında olmaz ki. Ertesi gün olur, birkaç gün sürer.” Biz koşanlar da buna razıyızdır zaten. Yarış güzelce bitsin de sonrası dert değil, bir şekilde iyileşilir. “Ama yarış sırasında bu nedir arkadaş? “

Hafif ağrıyla devam ediyorum. İkinci büyük istasyon 80. km’de, oraya da 7 saat 40 dakikada varıyorum. Çok güzel süre, lanet olsun fazla iyi bir süre! Hem ağrı da giderek artıyor. Öte yandan bacaklarım şişiyor gibi bir his var. Neyse ki dünyanın en iyi destek ekibi beni bekliyor; süper ikili: Başak ve Can. “Bacaklarım ağrıyor” diyorum, “Yolda tuzlu şeyler yedim ama acaba biraz daha fazla mı tuz almalıyım?”. Beni zihnen ve bedenen tazeliyorlar, güldürüp neşemi bulduruyorlar. Hepsi çok güzel, “Biraz da ağrı kesici mi verseniz?” diyorum. Çünkü ağrının artış trendini izledim ve çok net gördüm ki bu şekilde giderse bir süre sonra dayanılmaz olacak. Alıyorum ağrı kesiciyi ve hemen yola koyuluyorum.

Dünyanın en iyi destek ekibi 🙂

Bu sefer istasyon sıklığından, her yere drop bag bırakılabildiğinden veya ekibin sizi nerelerde görebileceği gibi detaylardan bahsetmeyeyim. Tüm bu detaylar 2017 raporumda var. Aykut da defalarca yazdı bunları. Sadece şunu söyleyeyim, bu yıl da 2017 ile aynı şeyleri yaptım. Akşam başlarken ve gece başlarken denk gelen yerlere bir şeyler bıraktım ama zaten ekip sorun yaşamadı ve onları benden önce alıp ihtiyacım olduğunda verdiler. Geçen sefer ne yaptıysak aynını yapmaktı amacımız. Öyle de yaptık.

100. kilometreyi 10 saat 13 dakikada geçtim. Bugüne kadar koştuğum en hızlı 100 km. Zaten sonradan Strava’dan gördüm ilk 50 km de en hızlı 50 k olmuş benim için (4:19). 102.km’de ekip yine güler yüzlü. Geçen sene burada çok güzel bir fotoğrafımız vardı. Aynısından çekmek istiyoruz ama bacaklarım çok fena. Artık gözle görülür biçimde şişmiş durumdalar ve ağrının artış grafiğinde eğim hiç azalmadı. Ben gelecek saatleri düşünürken Aykut da geliyor. Biraz serinledikten sonra birlikte yola çıkıyoruz. İstasyondan çıkarken o da çok koşacak durumda değil gibi. Bir süre birlikte yürüyoruz. O anlar benim için önemli, çünkü böylesine önemli ve büyük bir yarışta ilk defa Türkiye’den gelen birden çok koşucuyuz ve o anda yan yana ilerliyoruz. Hem de sadece aynı ülkeden gelmiş herhangi iki koşucu değiliz, sevdiğim saydığım bir arkadaşımla birlikteyim. Ama bu anlar çok uzun sürmüyor Aykut daha iyi durumda ve koşmaya başlıyor. Ben de koşuyorum, tabii bir yere kadar. Artık sık sık yürüme molaları vermem gerekiyor çünkü koşarken ağrı çok artıyor.

Dağa olan hislerim gözlerimden okunuyor.

Bu noktada şunu söylemeliyim; belki çok yarışa katılmadım ama zor bazı yarışlarda bulundum, hayatımda hiç bu kadar çok kusan insan görmemiştim. Sürekli yol kenarında içini boşaltan insanlar vardı. “Ulan demek gerçekten zor bir gündü bugün” dediğimi hatırlıyorum, son kusan adamın yanından geçerken. Hala salak gibi olanı biteni çözememiş şekilde ilerliyordum yani. Sonradan öğreniyorum ki 80.km’ye kadar birçok insan ya yarıştan çekilmiş ya da zaman sınırlarına yakalanmış. Bense önde Pollyanna gibi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi zıplaya zıplaya gidiyormuşum; ne içtiysem artık.

Aslında yarışın bundan sonrasında anlatılacak pek bir şey yok. Ağrı, sızı, acı, üzüntü, sıkıntı, bunalım; bu kadar. Çünkü yürüdükçe dinleniyorum ve artık yorgun değilim ama gel gör ki koşamıyorum ve bu çok can sıkıcı. 125. km civarında artık neredeyse hiç koşamaz hale geliyorum. Fakat serde uzun mesafecilik var ya yine de sürekli kendimi koşmaya zorluyorum. Hani hep adı anılıyor ya “acı mağarası” (pain cave), sanırım oradayım. Normalde performansının sınırlarını uzun süre zorladığında giriyor insanlar oraya ama ben tam tersi performansımın dibindeyim. Öte taraftan acıysa bu da acı, mağaraysa bu da mağara -sonuçta karanlığın içinde yalnızım. Neyse ki tırmanış başlayacak da koşamama nedenim bir süre ağrı değil yokuş olacak. Ayrıca o kısımda herkes yürüyecek. 160. km’deki Mountain Base istasyonuna yaklaşırken, yokuşta Başak’ı arıyorum, acıdan, koşamamaktan bahsediyorum. Sanki sihirli bir şeyler söyleyecek de sorunlar bitecekmiş gibi. Aslında çok sihirli olmasa da güzel bir şey söylüyor; “Elinden geldiğince hızlan, hızlı yürü, ara ara koş çünkü ne kadar hızlanabilirsen bu acıdan o kadar erken kurtulacaksın” diyor. Gaza geliyorum oldukça sert tırmanışta yürüme koşu arası bir şeyle hızla ilerlemeye başlıyorum. Epeyi insanı geçiyorum bu sırada. Motive oluyorum birden. Ama hemen aklımda “Peki ya bunun inişi?” sorusu beliriyor. Normal bacaklarla bile orayı inmek zor, bu bacaklarla imkansız sanki. Neyse yapacak bir şey yok, artık tek düşündüğüm bir sonraki 50 metreyi geçmek. Gerisini 50 metre sonra düşüneceğim.

İki dakika uyumayalım… 🙂

Mountain Base’de yine bir giyecek tartışması yaşıyoruz ve yine neyse ki ben kaybediyorum. Tırmanırken hava çok güzel, ekibin zorla verdiği şeyi elimde taşıyorum ve kızıyorum verdiler diye. Ama sonra tepeyi geçip inmeye başlayınca üşümeye başlayıp ne varsa giyiniyor her yerimi kapatıyorum. Şu, bir an önce bitirip acıdan kurtulma meselesi mi beni gaza getiriyor bilmiyorum, ağrıya rağmen Nestani’ye geçen seferden daha hızlı iniyorum. Nestani’de koşmaktan değil de acıya dayanmaktan o kadar yorulmuşum ki biraz uyumak istiyorum. Başımı masaya dayayıp uyumaya çalışıyorum. Bu bir günden uzun süren yarışlardaki uyumalar çok garip; uyuyup uyumadığını anlamıyor insan. 6-7 dakika uyudun diyorlar. “Yollar bizi bekler, beni ve acılarımı.” diyerek yola çıkıyorum.

Aslında çıkıyoruz demeliyim, Aytuğ da yanımda artık. Onun da pek koşacak hali yok. Birbirimizi gaza getirmeye çalışıyoruz. Koş yürü, koş yürü ilerlemeye çalışıyoruz. 180. km civarında Wilma ile karşılaşıyoruz/tanışıyoruz. Aykut’u tanıyor, biraz sohbet ediyoruz. Çok sayıda ultra koşmuş. O da bizim durumumuzda ama morali bizden çok yüksek. Çok olumlu, neşeli ve konuşkan. Konuşa konuşa ilerliyoruz. “Haydi şu eve kadar koşalım”, “İkinci direğe kadar!’, “Beyaz arabaya kadar dayanabilir miyiz acaba?” derken epey yol alıyoruz. Saatlerde 200 rakamını görsek bu iş bitti diyeceğim ama benim saat 145. km’de oyun bozanlık yapıp kapandığından ben toplam mesafeyi göremiyorum. Bu noktadan sonra hesapçımız Aytuğ; sürekli hızımızı, kalan zamanı, zaman limitlerini hesaplıyor, anlık hızımızı, risk seviyemizi ve daha bir sürü veriyi sağlıyor. Kendimi Mr.Spock’ın yoldaşlığında Kaptan Kirk gibi hissediyorum. Gelen verilere inancım tam, tek yapmam gereken bir önceki deneyimimle motivasyonumuzu yüksek tutmak ve şu lanet Atılgan’ı Sparta’ya indirmek. Bir ara bir istasyonda birbirimizden ayrılıyoruz. Ben mi erken çıkıyorum, Aytuğ mu biraz uzun kalmak istiyor anımsamıyorum ama bir o beni geçiyor bir ben onu geçiyorum. 200. km’yi geçerken yeniden bir araya geliyoruz ve sonra hep birlikte ilerliyoruz.

Geç vakitte bitirmenin avantajı: izleyen sayısı çok.

Yolun bundan sonrası hep otoyol kenarında. Ben artık o kadar acı çekiyorum ki 5 metre bile koşamaz haldeyim. Aytuğ da benzer durumda. “Sen bana bakma, git abi”, “Yok yok, asıl sen iyi hissediyorsan git abi” cümlelerinden bir süre sonra vazgeçiyoruz; belli ki ikimiz de bir nedenle diğerinden daha çok koşacak durumda değiliz. Beni durduran acı, onunkini çok net bilmiyorum. Acı olmasa ben hiç yorgun değilim 2017’deki gibi “hayvan adam” olmam işten bile değil. Gücüm kuvvetim yerinde ama bacaklarımda prangalar var gibi. Birkaç yerde çömelip Morton Stretch yapayım, açılırım diyorum ama dizlerim 90 dereceden fazla bükülmüyor. “Peki ya” diyorum “hani olmaz ya, tuvaletim gelse ne yapacağım?” Sonra bir istasyonda Başak da benzer bir şey soruyor, oda düşünmüş. Sparta’ya yaklaştığımız bir anda, neredeyse şehir başlamışken doğa beni çağırıyor. Bunun nasıl büyük bir dert olduğunu yaşayan bilir diyorum ve detayları atlıyorum. Bir şekilde bu sorunu da atlatıyorum ve sağ olsun Aytuğ beni bekliyor. Neyse ki çok zaman kaybetmiyoruz.

“Abi sen iyi hissediyorsan git bak.” “Yok yok, asıl sen git abi.”
(Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman)

Sondan ikinci büyük istasyonla sonuncu istasyon arası 13 km. Bizim hızımızsa kaplumbağa tadında. Aytuğ sürekli çarpma bölme yapıyor. İkimizde son dakikalara kalıp o stresi yaşamak istemiyoruz. Son istasyona varana kadar yaşadığım sıkıntıyı anlatmam çok zor. Bir yandan da ekiptekileri düşünüyoruz, iki gündür saçma sapan yerlerde bizi bekliyorlar. Hele şu son istasyonların arası, yıllar gibi geliyordur onlara diye düşünüyorum. Kendi derdim o kadar büyük ki onu çekecek halim yok onların derdine odaklanıyorum. Oraya varınca artık bundan sonra emeklesek gideriz herhalde diyorum. Hatta bitişin kokusunu alınca biraz gaza gelip 10-15 metre joglara başlıyoruz. Artık acıdan dolayı çığlık atma noktasındayım. Sparta sokaklarında içime içime bağırarak ama dışarıdan sakin görüntümle ilerliyorum. Heykel karşımızda belirince Aytuğ’a önden gitmesini söylüyorum. Ona biraz zaman tanıyıp ardından ben de yanına, heykele gidiyorum. Neredeyse 80 km ve 13 saattir birlikte zorlandık, bitişi de birlikte kutluyoruz. Sürem polindromik: 35:33:53 🙂

Bitişte görevliler koşucuların ayakkabılarını çıkarıp ayaklarına hızlıca bakım yapıyorlar. Oturduğum anda kendimi 24 saattir tuttuğumu fark ediyorum. Normalde ağlayan biri değilimdir. En son ne zaman ağladım hatırlamam bile. Ama hayatımda kendimi bu kadar zorladığımı anımsamıyorum. Acıyla bu kadar mücadele ettiğim, acıya rağmen bu kadar uzun süre hareket etmeye çalıştığım olmamıştı. Yorulduğum, enerjisiz kaldığım, bacaklarımın kuvveti kalmadığından ilerleyemediğim, eklemlerimin ağrıdığı yarışlar bitirdim ama bu kadar uzun süre bu kadar şiddetli ağrıya dayanmamıştım. Rahatlamanın etkisiyle şişmiş gözlerimden yaşlar boşandı. İlk bitirdiğimde kendimle gurur duymuş, o hislerle gözlerim dolmuştu ama bu sefer bayağı ağlıyordum. Yüzüm gözüm ellerim ayaklarım her yerim şişmişti. İlerlerken beynim, en az acıyı çektiği adım şeklini belirlemiş ve o şekilde yürütüp koşturmuştu beni. Tabii o basış bacaklarda en az acıyı oluştururken parmakları, tırnakları daha da önemlisi eklemleri mahvetmişti. Parmaklarım ve tırnaklarım hiçbir yarışta olmadığı kadar su toplamış ve şişmişti. Bir yandan da sağ diz yan bağlarımı ve sol kalçamı aşırı zorlamıştım. Ama beni ve Başak’ı en çok düşündüren şişmiş bacaklarımdı. Başak bir doktor bulup getirdi. Dizimi iyice muayene ettikten sonra bol buzla birlikte sıkıca bağladılar. Şişen ve bükülmeyen bacaklarım içinse kalçamdan bir iğne yaptılar.

Özetle bu yılın hikayesi 2017’den çok farklıydı. Ama benim için en önemli şey bu yarışı ikinci kez tamamlamış olmak; hem de böyle bir hazırlık döneminden sonra. Bu öyle bir yarış ki bitirme süresi diğer yarışlar kadar dikkate alınmıyor. Tabii ki 30 saatten hızlı koşmak ya da 26 saat altına inmek gibi çok acayip hedefler, başarılar var ama 36 saat dolmadan o heykele dokunabilmek bile büyük ayrıcalık. Özellikle bu yılki gibi hava durumlarında. Bu yıl bitirme oranı %50’den daha düşük. Ben yarışta ne kadar çok acı çekmiş olsam da bırakmayı hiç düşünmedim. Zaman limitlerine takılmak ayrı bir konu ama adım atabiliyorken atmaya devam etmem gerektiğini düşündüm. Başlarda ağrının artışı bir süre sonra hareket edemeyecek hale gelecekmişim gibi düşündürmüştü. Bir hikaye var, ne kadar gerçek bilmiyorum; adamın biri Sparta’ya varmış, sokaklarda ilerlerken bacakları tamamen kilitlenmiş, hareket edemez hale gelmiş ve birkaç kilometre kala yarıştan çekilmek zorunda kalmış. Kendimi bu şekilde çok hayal ettim yarış sırasında, korktum başıma aynı şey gelir mi diye. Ama hep “O an gelsin hele, o zaman düşünürsün.” diyerek yola devam ettim. Neyse ki o an gelmedi. Beni yakından tanıyanlar bilir, koşu yarışlarının mümkün olduğunca koşularak tamamlanmasından yanayımdır. Yani, adı üstünde koşu yarışı. Tabii ki biz ölümlülerden tüm 100 mili ya da tüm 246 km’yi koşmamızı kimse beklemez ama mümkün olanın sınırlarının zorlanıp, olabildiğince koşulmasını beklerim. Bu yarışta benim için ancak bu kadarı mümkün oldu, bu da beni çok mutlu etmiyor açıkçası. Keşke böyle olmasaydı. Bu yazı biraz da o yüzden bu kadar gecikti zaten.

Yarışın üzerinden bir aydan uzun zaman geçti. Halen sol ayak parmaklarımda ve yine sol bacağımın üst kısmında uyuşukluk devam ediyor. Ayak parmaklarımdan 3 tırnak kaybettim, ikisi de düşmek üzere. Sağ dizimin iç kısmı ve sol kalçamda halen ağrılar var. Ama olsun, pişman değilim. Çabalayacak, esneklik ve güç kazanacağım, bunları yine geride bırakacağım. Ama “Bu iş olmayacak galiba, en iyisi daha fazla zorlamamak.” demediğim ve sonuna kadar zorladığım için hissettiğim başarı hissiyatı -ki bence başarının tanımı bu- ve böylesine zorlu ve önemli bir yarışı iki defa bitirmiş olmanın gururu sanırım uzun yıllar zihnimde kalacak.

Teşekkürler… (Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman)

O önemli soruyu sürekli duyuyorum: bir daha koşacak mısın? Bilmiyorum. Şimdilik bu konuyu düşünmüyorum. Başka yarışlar, başka formatlar denemek istiyorum. Daha güzel rotalarda, daha sakin yarışlarda koşmak istiyorum. Dünyanın en iyi destek ekibi de artık bir süre gitmek istemiyor Yunanistan’a, o yüzden koşarsam bu kez destek ekibi olmadan koşmam gerekebilir. Belki onu da denemek gerek, bilmiyorum. Yeni düzenime, yeni yaşantıma adapte olmak için biraz çaba harcamalıyım, uzak yarışlar bunun için uygun değil. Daha yakında yarışlar aramalıyım. Ama sorular insanın yakasını bırakmaz, bunu da biliyorum. Bu ağrı olmasaydı ne kadar zamanda bitirebilirdim? Acaba 30 saatten hızlı varabilir miyim? Vesaire vesaire. İçimizdeki o şüpheci benler işte.

Bana bu garip yarışta destek oldukları ve sıkıntılı saatleri benimle yaşadıkları için Başak ve Can’a ne kadar teşekkür etsem az. Başak, yarış süreci dışında, ayrıca, öncesi ve sonrasındaki sıkıntıları da benimle birlikte yaşadı, ona olan borcum ödenmez zaten. Bu yıl Türkiye’den giden büyük ekip olarak güzel bir iş çıkardığımıza inanıyorum. Aytuğ ve Aykut’un destekçileri de arkadaşlarımız, birlikte güzel bir yarış geçirdik. Bundan sonra Türkiye’den katılacaklar için de zorlu bir istatistik oluşturmuş olduk: sekizde sekiz katılım ve üçte üç koşucu ile ülke istatistiğini %100 olarak bıraktık. Umarım bundan sonra da bu şekilde devam eder. Bundan sonra katılacaklar benden daha güçlü, daha hızlı, daha dayanıklı ve daha esnek olacaklar, eminim. Onlara bu konularda söyleyebileceğim çok bir şey olamaz ama şunu söylemem de çok abartı kaçmaz herhalde: Elde olmayan sebepler her zaman bir yana ama 36 saatiniz var unutmayın, olmayan şeyler olmuş gibi düşünmeyin, hareket edebiliyorsanız bir şekilde ilerleyin.

Evet… İki. (Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman)

2017 ile 2019 farkları

10 km parçalarda

10 km: 0:00:53:07 – 0:00:50:06
20 km: 0:01:46:12 – 0:01:38:38
30 km: 0:02:41:40 – 0:02:29:11
40 km: 0:03:37:38 – 0:03:21:18
50 km: 0:04:37:20 – 0:04:19:32
60 km: 0:05:37:49 – 0:05:21:22
70 km: 0:06:41:47 – 0:06:25:50
80 km: 0:07:55:40 – 0:07:41:40
90 km: 0:09:09:52 – 0:08:59:51
100 km: 0:10:20:55 – 0:10:13:13
110 km: 0:11:39:10 – 0:11:39:28
120 km: 0:13:12:08 – 0:13:11:51
130 km: 0:14:45:42 – 0:14:49:32
140 km: 0:16:18:55 – 0:16:32:45
150 km: 0:17:43:18 – 0:18:28:39
160 km: 0:19:49:25 – 0:20:18:07
170 km: 0:21:56:21 – 0:22:31:00
180 km: 0:23:23:50 – 1:00:16:53
190 km: 1:01:17:04 – 1:01:49:22
200 km: 1:02:40:29 – 1:03:12:04
210 km: 1:04:17:57 – 1:04:55:24
220 km: 1:05:35:29 – 1:06:25:43
230 km: 1:06:52:27 – 1:08:08:10
240 km: 1:08:08:55 – 1:09:55:44
246 km: 1:08:48:45 – 1:11:33:53

İstasyonlarda:

42.2 km: 0:03:51:15 – 0:03:32:45
80.0 km: 0:07:55:40 – 0:07:41:40
93.0 km: 0:09:36:53 – 0:09:21:53
102.1 km: 0:10:43:57 – 0:10:32:34
112.9 km: 0:12:07:13 – 0:12:06:17
123.2 km: 0:13:49:25 – 0:13:37:16
139.8 km: 0:16:17:22 – 0:16:31:27
148.3 km: 0:17:29:09 – 0:17:56:31
159.6 km: 0:19:42:31 – 0:20:14:51
171.5 km: 0:22:18:00 – 0:22:44:15
186.1 km: 1:00:48:26 – 1:01:10:27
195.3 km: 1:02:00:44 – 1:02:32:06
206.4 km: 1:03:50:51 – 1:04:15:49
212.3 km: 1:04:37:55 – 1:05:13:08
223.4 km: 1:06:01:09 – 1:06:57:12
236.2 km: 1:07:43:10 – 1:09:10:39
246.0 km: 1:08:48:45 – 1:11:33:53

“Aklımda Kaldığı Kadarıyla Spartathlon 2019” hakkında 13 yorum var

  1. Tebrikler Kaptan ! Koşudan çok acıyla mücadelenin zaferi olmuş. Güven ve sağlık sınırları içerisinde o heykele kadar gelmiş olman muazzam. 2020 pas geçilecek ama 2021 Spartatlon akıllı olsun mesajını aldık. Sağlıkla, güç seninle olsun kaptanım

  2. Çok tebrik ederim, yarış sırasında ağrı kesici kullanmanın sıkıntıları yok mu? Cappadocia 63 de 20.km den sonra başlayan ağrılara 45.km ye kadar dayanabildim, 45 de alınan ağrı kesici ne büyük mutluluk getirdi anlatamam ama var olan sıkıntıyı daha büyük bir hale getirme riskini alma kararını nasıl verdiniz, her yarışta kullanılabilir mi? ayırımını nasıl yapmak lazım ?

    1. Ağrı kesicinin her zaman zararı vardır. Yarış sırasında zararı daha da fazladır.İnsan, güç ve dayanıklılığını tutumlu kullanmalı. Zorlayıcı yarışlar sağlığa zararlıdır.

  3. çok büyük tebriği hak ediyorsunuz, okurken benim canım acıdı ama gururlandım. ilham alıyoruz teşekkürler.

  4. Harika bir yazı, samimi ve çok içten. “Atılgan” gülümsetti. Acı eşiğine hayran kaldım. Tebrikler! Sonraki maceraların için her zaman takipteyim.

  5. Çok eğlendim okurken. Eline, ayağına sağlık. Gerçekten en zor şartlarda denemek, başarıya ulaşmak insanı sonunda çok iyi hissettiriyor.

  6. Böyle bir yarışı bitiren ve bu güzel raporla yarışı her şeyiyle anlatan, yaşatan birini ancak ayakta alkışlarım..Tebrikler..

  7. “… çocukları gibi hissediyorum ama amacım olanı biteni yazıya dökmek, o yüzden ne olduysa veya olanı ben nasıl hissettiysem olduğu gibi yazıyorum. Zaten sonuna kadar okursanız siz de göreceksiniz ki 95 alamadım :). Yani elimden geldiğince çalıştım çalışmasına ama ancak sınıfı geçebildim.” durumun özeti bu. Yapış yapış bir havada bırak koşmayı 33 saat boyunca sadece ayakta durmak bile meseleyken…
    Koşamayan biri olarak yazını bir solukta okudum Mert. Elbette ne çektiğini bilemem ama öyle güzel dökmüşsün ki yazıya yanınızda gelmişim gibi hissettim. Umarım fiziki zorlukları çok daha kısa sürede atlatırsın, ikinci kez başarmak mental olarak seni daha çok motive edecektir diye düşünüyorum. “Bense önde Pollyanna gibi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi zıplaya zıplaya gidiyormuşum; ne içtiysem artık.” bu kafa her ne ise ona kocaman bir selam çakmak istedim.
    Bir selam da o süper ekibe 🙂 Koşunun tek başına yapılan bir olay olduğunun çok dışında olduğunu okumuş olduk. Başak’ın süper fotoğrafları senin sözlerinle birleşince orada olma hissi arttı. ay çok uzattım, ez cümle “kocaman kocaman tebrikler Mert…” ne kadar da ilham vericisin 😉

  8. Hani o.. “sen git” hayır “sen git”… ve beraber kalmak… Hani o, “koşulmasını beklerim” dediğin yerde kendimi sorgulamam ve yine “ama ben de böyleyim Mert” diye ekranla konuşmam.. ve ağlamana sevinmem… onca acıya insan ağlamaz mı be arkadaş… ben ağlıyosam ekran başında…ve o şişmelerin ne demek olduğunu biliyorsam… o kadar da güzel ki yazdıkların ve tabi gerçekliğin dürüstlüğün en şahanesi ya bu ultralar… Mert bazen sana yazmak için mi koş demeli bilmem.. 🙂 koş yaz yaz koş… hepsi ayrı özel… kutlarım.. yine ve yeniden!

  9. Bloğunuzu şans eseri buldum, yazınızı soluksuz okudum. 44 yaşında yeni koşmaya başlamış biri olarak, bana ilham kaynağı olduğunuz için teşekkür ederim

  10. Saat gece 12.30. Yeni başladığım koşu sporunda yarin C25K programimin en zor günü. 20 dakika araliksiz kosmak gozumde cok buyuyor ve kendime motivasyon kaynagi arıyordum. Az once okuduklarima hala inanamiyorum. Ne kadar tebrik etsem az. Ayaginiza sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir