1 Şubat – 13 Şubat 2022

1 Şubat – 13 Şubat 2022

Son yazıda, diş operasyonu ve sonrasında COVID nedeniyle beklediğimden uzun süre koşamadığımdan söz etmiştim. Ancak ondan bir süre sonra koşulara döndüm ve şimdi normal bir şekilde devam ediyorum. Bu mola süresince uzun zamandır aklımda olan bir konuda biraz daha fazla düşündüm. Koşu antrenmanları sonrası hem antrenman hakkında hem de koşarken düşünülenler veya hissedilenler üzerine yazmak, kısacası bir koşu günlüğü tutmak her zaman önerilir. Ama hayatın akışı içinde işler, sorumluluklar vs. devreye girdiğinde bunu tutarlı bir şekilde sürdürmek çok zor olabiliyor. Ben de madem bunu yapamıyorum en azından haftalık, o da mı olmadı, iki haftalık toparlamalar yazabilirim diye düşündüm. Gerçi iki hafta uzun bir süre, hem antrenmanların detaylarını hem de kafamdakileri anımsayabilir miyim bilmiyorum ama önemli şeyleri unutmayacağımı varsayarak başlıyorum. Bu da o konuda attığım ilk adım olsun.

Bu blok uzun bir aranın sonrasında, hem de nabzı, nefes alış verişini, dolayısıyla koşu performansını direkt etkileyen bir hastalığın sonrasında olduğundan, odağım daha çok hastalıktan ne kadar etkilendim, etkileri nasıl ve ne hızda atlattım sorularının cevapları üzerindeydi. İlk küçük semptomu hissetmemden 10 gün, son kalan semptomu hissetmemdense 5 gün sonra, 1 Şubat salı günü ilk koşuyu yapmaya karar verdim.

Bu mola öncesinde çok uzun zamandır 1,5 saat ve üzerinde koşular yapıyordum. Bunun en büyük nedeni teknik veya bilimsel bir neden değil. Koşu için, öncesinde ve sonrasında yapılan şeyleri düşününce (giyinme, soyunma, banyo, çamaşır vs.) bunları optimize etmenin yolunu az sayıda ama uzun koşular yapmakta bulmuştum. 🙂 Evet, bu ritüeller ve işler bana koşmaktan daha zor geliyor. Öte yandan koşmaktan keyif alıyorum, uzun koşmaktan daha çok keyif alıyorum. Böyle düşününce en verimli yöntemi bu yaklaşımda bulmuştum. Haftada 4 koşarsam 80-90, 5 koşarsam 95-110 km gibi hacimlere de ulaşabildiğimden aklımdaki fitness seviyesini de koruyabiliyordum.

Zaten uzun süredir yapılandırılmış, hedefli bir programın içinde yer alan, üzerinde düşünülmüş antrenman yapmıyorum. İngiltere’ye geldiğimden beri sadece çıkıp koşuyorum. Nabız, hız veya başka bir kısıtlamayı dikkate almıyorum. Bu, gelişmeyi hedefleyen kimseye önermeyeceğim bir yaklaşım. Bu dönemde sadece çok uzun koşmamı gerektirecek, dayanıklılık ve yorgunluğa, yılgınlığa katlanma üzerine kurulu yarışlara odaklandığım için böyle keyif koşuları bana yetiyor. Nabız bandını çok nadir kullanıyor, hızıma da çok nadiren bakıyorum. Antrenmanların hız ortalamaları çok büyük oranda benim şimdiki doğal tempom olan 5 dk/km civarında, çoğunlukla da 5-10 sn altında çıkıyor. 5’in altında kalmak için çaba sarf etmiyorum ama yavaş koşmak için de kendimi zorlamıyorum.

Bu bloka başlarken bunları değiştirmem gerekti tabii ki. İlk gün 1 saatle sınırlamaya karar verdim. Sonrasında da her seferinde 5 dakika ekleyerek ilerledim. İlk başlarda performansımda çok hafif bir düşüklük fark ediyordum fakat bu 15 günlük moladan mı hastalıktan mı kaynaklanıyor ayırt edemiyordum. Günler geçtikçe bu his azaldı. Ancak hastalığın etkisinden kaynaklandığı tartışılmaz olan başka bir belirti vardı; dinlenik nabız. Benim bir süre uzandıktan sonra ya da sabah uyandığımda nabzım 47-48 civarında oluyor. Bu süreçte önce 55, ardından 53 sonra da 50 civarına geriledi. 10 gün sonra 50’nin altına inmeye başladı ve dün itibariyle normal dinlenik nabzımı gözlemlemeye başladım. Bu COVID’e özel midir yoksa herhangi bir virütik hastalık sonrasında da benzer şeyler olur mu bilmiyorum, çünkü daha önce bir hastalığın sonrasında bu kadar yakından izlediğimi anımsamıyorum. 1-13 Şubat 2022 arası her gün koştum. İlk hafta 12, 13, 14, 15, 16 ve 17 km (o hafta salı başlamıştım), ikinci hafta da 12, 13, 14, 15, 16, 17 ve 18 km koştum.

Bu süreçteki antrenmanlarım sırasında sürekli aklımda olan bir konudan söz etmek istiyorum. Aslında hepimiz içimizde saatli bombalarla dolaşıyoruz ya da Schrödinger’in kedisi gibi rastgeleliğe dayanan bir tetiğe bağlı hayatlarımız. Bir yerimiz kanadığında bütün kanımızı kaybetmeyelim diye kanımızın pıhtılaşma özelliği olması çok güzel bir evrimsel adaptasyon. Ancak bazı nedenlerle bir yerimiz kanamadığında da durduk yere kanımız pıhtılaşabiliyor. Bu nedenlere yeni bir tane daha eklendi; SARS-CoV-2 virüsü. Kan dışarıya akmıyorken pıhtılaştığında içeride büyük sorunlara neden olabiliyor. Virüs ve hastalık öğrenilmeye başladığından beri bu etkisi biliniyor. Ancak kanı inceltmek için Aspirin kullanılması ya da kullanılmaması konusunda bilim insanları bir türlü anlaşamadılar. Ben de hastalandıktan sonra, her ne kadar etkileri çok hafif de olsa doktor tanıdıklarımdan bazıları bir süre Aspirin kullanmamı önerdiler. Ancak takip ettiğim başka bilim insanları da alınmaması gerektiğini dile getiriyorlardı. Böyle durumlarda bilime ve bilim insanlarına kızıp, bilim hiçbir işe yaramıyor demek çok yanlış. Her gün yeni bir şeyler öğreniyor insanlık ve bu virüs çok yeni. Bilimin yöntemlerine inanıyor ve bilim insanlarına güveniyoruz fakat “Ne yapacağız?” sorusu ortada kalıyor. Ben negatif etkilerini (her ne kadar ne olduklarını bilmesem de :)) göze alarak 10 gün kadar günde bir adet 75 mg’lık Aspirin aldım.

Her koşuda, saatli bombanın ya da rastgele tetiğin devreye gireceğini önceden hissedebilirmiş gibi vücudumu dinliyordum. Çok baskın olmasa da içimde hep bir endişe oluyordu. Sonra şöyle düşündüm: Aslında bu hissi taşımak için SARS-CoV-2 kapmaya gerek yok. Bu risk her zaman var. Sadece pıhtı atma riski değil, daha birçok sağlık riskini barındıran çok karmaşık bir yapı vücudumuz. Her an her şey olabilir. Bir sabah uyanamayabilir, bir koşuda düşüp bayılabilir, bir koşu sonrasında keyifle gülümserken düşüp ölebiliriz. Burada konu yine her zamanki dostumuza geliyor: Denge. Bu risklerin farkında olup, gerçekleşmelerine neden olan unsurlardan engelleyebileceklerimize odaklanmalı (beslenme, yaşam düzeni, stres vs.), elimizden geldiğince ortaya çıkmamaları için çabalamalıyız. Etki edemeyeceklerimiz (genetik unsurlar) için de kendimizi yiyip bitirmemeliyiz. Onları engelleyemeyebiliriz ama oluştuklarında neler olup biteceğini belki değiştirecek adımları şimdiden atabiliriz. Koşmaya gittiğimiz rotayı ve aşağı yukarı ne kadar koşacağımızı yakınımızdakilere söylemek, telefonumuzda acil numaralar bulundurmak, bilgi içeren bileklikler taşımak, bu tür acil durumlarda devreye giren teknolojileri kullanmak gibi birçok adım var aslında. Ben de bu şekilde hareket edip, elimden gelenleri yapıp, koşularım sırasında bu bombaları ya da kopmaya hazır pamuk ipliklerini düşünmemeye başladım. Kontrol edebileceklerine odaklan, kontrol edemeyeceklerini dert etme prensibine sarıldım.

Bu iki hafta boyunca İngiltere’de bazı ağaçların çiçekleri açmaya başladı. Oysa daha, ilkokulda öğrendiğimiz anlamda kışın tam ortasındayız. Bu ne acele diye düşünürken şu araştırmaya denk geldim. İngiltere’de yapılan bir araştırmada İngiltere’deki çiçeklerin 1980’lerde açtıklarından tam bir ay önce açtıkları tespit edilmiş. İklim değişikliğinin hızı inanılmaz. Bir başka araştırmada da Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki şarap üreticilerinin tarihsel verilerine bakıldığında 1960’lardan bu yana hasat zamanının 25 gün erkene kaydığı bulunmuş. Bu değişimin hızına hem insanların hem de diğer canlıların ayak uydurması imkansız. Çiçekleri, yani baharın habercilerini erkenden görmek mutluluk verici fakat her şey zamanında gerçekleşmeli. Bize umut vermesi gereken çiçeklerin bile erken gelişleri korku yaratıyor. Duyguların ikileminde kaldık.

Bu iki haftalık blok için bu kadar yazmak yeter sanırım. Daha ilk denemeden bütün enerjimi harcamayayım. İki hafta sonra görüşmek dileğiyle herkese iyi antrenmanlar.

“1 Şubat – 13 Şubat 2022” hakkında 3 yorum var

  1. Selam Mert çok hoş bir concept olmuş bu. Bence bu tip yazıların bizim gibi hedefi sadece yaşamı daha iyi anlamak ve onu derinlemesine yaşamak isteyen spor tutkunları için (yaparak tutkun olmak ) çok güzel olmuş. Bu yazıda yazdığın her şeyi hemen hemen aynı düzlemde ben de düşünüyorum, hatta çok kısa yazılar ile Instagram ve Facebook’ta yazıyorum. Bugün izlediğim Uğur Batı’nın Yazmak üzerine konuştu şu programı izlemeni isterim. https://youtu.be/AQUgIb4p20U
    Yazılarının bu şekle evrilmesini biraz da yaşının kemale ermesine bağlıyorum. Çünkü artık kendimiz için yazma zamanı. Sevgiyle. Keyifle okudum.

    1. Teşekkür ederim Yücel. İzleyeceğim. Senin yazdıklarını -hepsine yetişemesem de- sık sık okuyorum. Aslında koştuğum sırada düşündüklerimi, kafamda dönüp duranları yazıya dökebilecek bir teknoloji olsa her gün sayfalarca yazı ortaya çıkabilir. Belki de olmaması daha iyidir, kim bilir? 🙂

      1. Benim dinlediğim değil ama beni dinleyen bir pod-cast olsa koşarken, keydetse düşüncelerimi 🙂
        Eline sağlık Mert.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir