2010 Berlin Maratonu – Mert

2010 Berlin Maratonu – Mert

26 Eylül 2010 günü Berlin Maratonu’nu koştuk. Koştuk diyorum çünkü orada Dailymile‘dan 3 arkadaş daha koştu – Ilgaz, Ayşin ve Mark. Almanya’ya gitmeden önce yarışın öncesini, sonrasını, yarış sırasındaki deneyimlerimizi ve hazırlık çalışmalarımızı içeren yazılar yazıp paylaşmayı kararlaştırmıştık. İlk yazı Ilgaz‘dan geldi. Bu da benim aklımda kalanlar.

Maraton sonrası
Maraton sonrası
Bazı koşucular serbest biçimde antrenman yapmayı, çıkıp dilediğince dilediği mesafeyi koşmayı sever. O gün canı nasıl istiyorsa öyle çalışır. Bense tam tersi bir yapıya sahibim. Bir programım olmalı yani o gün ne yapacağım belirli olmalı. Programsız koşamadığım gibi hedefsiz de koşamayan bir insanım. Aslında bunlar birbirini tamamlıyor. Bir hedef edinmek zorunda kalıyorum ve tabi kaçınılmaz olarak bir de program. Mart ayında Runtalya’da ikinci maratonumu koştuktan hemen sonra Haliç Yarı maratonuna katılmaya karar vermiş böylece hedefsizlikten hızla kurtulmuştum. Ancak o da geride kalınca bir hedef bulmak şart oldu. Ülkemizde yapılan her iki maratona da katılmış olduğumu göz önüne alarak yurt dışında bir maraton arayışına girdim. Dünyanın en iyi son iki derecesinin, fanatiği olduğum uzun mesafeci Haile Gebrselassie tarafından Berlin’de kırıldığını ve Berlin’in dünyadaki en çok ilgi gören 10 maratondan biri olduğunu duyduğumdan beri aklımda dolaşan fikri uygulamaya koydum. Berlin’in hızlı (düz) bir rotaya sahip olması da beni cezbetti. Kayıt olup hemen bir program arayışına girdim. Program seçerken bakındığım programlar içinde önemli bir ayrım olduğunu fark ettim; hafta içi koşuları ya sayıca çok olacak (dolayısı ile kısa mesafeler olacak) ya da az sayıda olacak ama mesafeleri (dolayısı ile ayrılacak süre) çok olacaktı. Ben ilkini tercih ettim. 9-6 çalışıyorum, kendime biraz zaman ayırmak istiyorum ve tabi eşimle de vakit geçirmek istiyorum. Sabah 1 saat erken kalkarak hafta içi koşularını halledebilmem iyi olurdu. Zaten önceki iki maratonumda “Novice” ve “Intermediate” programlarını kullandığım ve hafta içi koşularını kısa tutan Hal Higdon’ın yolundan devam etmeye böylece karar verdim. Ama bu sefer “Advanced” olanını seçtim. Her ne kadar kendimi “advanced” hissetmesem de artık programda biraz da hıza yer olması için doğru tercih olduğunu düşündüm.
Haliç Yarı Maratonu’ndan sonra yaklaşık bir ayım vardı. Yarış sonrası dinlenmenin ardından haftalık 40-45 km seviyesine yavaş yavaş çıkıp 24 Mayıs’ta programa başladım. Tempo çalışması yapmıştım, belki biraz da interval denemelerim olmuştu ama tepe koşuları ilk defa deneyecektim. Daha ilk haftadan tepe yukarı sprintler atınca, üstüne bir tempo bir de hedef tempo koşusu yapınca bir an seçimimi sorgulamadım değil. Ama artık girmiştim bir yola ve asılmaya devam ettim. Zaten küçük zorlanmalar olmazsa gelişme olmaz, değil mi?
18 haftalık programın 13. Haftasında – yani koşacağım 3 adet 32 km’lik koşulardan ikincisini henüz yapmışken- antrenmanlar sırasında sağ ayak bileğimde ağrılar belirmeye başladı. Yas tutmanın olduğu gibi koşucular için de sakatlığın 5 evresi vardır derler. Ben de hemen ilk evreyi yaşamaya başladım: “inkâr”. Şöyle düşündüm: “önemli bir şey değildir, yarınki koşuda hissetmem”. Ama ertesi gün de sonraki gün de ağrı kendisini hissettirdi. İkinci evre de net geldi: “Kızgınlık”. “Neden ben? Ve neden şimdi, en olmayacak zamanda?”. Üçüncü evre de şaşmadı, “pazarlık”lara başladım, kendimle, eşimle ve arkadaşlarımla: “bugün 3 km az koşsam, yarın dinlensem…” Ve tabi sonraki evreyi de yaşadım: “Depresyon”: “Kahretsin, her şey kötüye gidiyor, zaten vizede de sorun çıktı, bu maraton olmayacak galiba…”. Ama neyse ki ben de son evreye ulaştım: “Kabullenme”. Doktorla görüşme ve biraz olsun depresyondan kurtulmamı sağladı. Doktorun tavsiyesi üzerine hayatımda ilk defa masaj yaptırdım; yola çıkmadan hemen önceki akşam. 🙂
Ben bu evreleri tek tek yaşarken son 4-5 hafta da geçti ve Berlin’e uçtuk. Gitmeden önce otel arayışımızı booking.com üzerinden yaptık. Tabi GoogleMaps ve Berlin toplu taşımasından sorumlu BVG’nin sitesinden de faydalandık. Şimdi döndükten sonra yaptığımız seçimden memnun olduğumuza göre bu yaklaşımı herkese öneririm. Otel hem çok uygun fiyatlı, hem merkezi hem de işlek istasyonlara yakındı. Birçok koşucu otelden start noktasına yürüdü mesela. Böyle bir seyahat öncesi gideceğiniz yerin toplu taşıma ağına ve haritalarına erişin, sonra büyük bir otel arama sitesini kullanın derim. Seyahat konusunda yaptığım hata Berlin’e cumartesi günü ulaşmak oldu. Bir gün önceden gitmekte fayda var. Otele yerleşmek, biraz çevreyi tanımak, sonrasında dinlenmiş bir şekilde maraton fuarına kalabalık basmadan gidip doyasıya dolaşmak daha keyifli olabilir. Biz Cumartesi öğleden sonra ulaşınca koştur koştur fuara gittik. Zaten kalabalık iyice artmıştı, biz de oldukça yorulmuş durumda olduğumuzdan fuarın keyfini pek çıkaramadık. Ayrıca çok geç kalmış olacağız ki parasını önceden verdiğimiz “event tişörtleri” tükenmişti. Neyse ki Adidas sonradan bir e-posta ile bu tişörtleri bize muhakkak ulaştıracağını söyledi. Biraz geç olacak ama sonunda elimizde olacak. Fuara daha önce ve daha rahat bir zamanda gitmiş olmayı isterdim. Gerçekten çok ilgi çekici stantlar vardı. Sırada beklerseniz yaptırabileceğiniz özel ayak ölçümleri veya bedava masaj gibi ilgi çekici etkinlikler de kaçtı tabii bu nedenlerle.
Fuar sonrası dailymile aracılığıyla tanıştığımız ama şahsen karşılaşmamış olduğumuz Ilgaz ve Mark (ve tabi Ilgaz’ın arkadaşı Selim Can, Mark’ın eşi Tanya ve oğulları Luka) ile buluştuk. Gürültülü bir ortamda birbirimizi zor duyar biçimde hiç durmadan koşu hakkında konuştuk. Fazlaca geçe kalmamak için birer bira içip (Ilgaz hariç) otellere dağıldık. Nasılsa bunun yarış sonrası da vardı.
Yarış sabahı için yarışın kendisi ile ilgili endişelerimin yanı sıra bir de Başak’la yarış sonrası nasıl birbirimizi bulacağımıza takılmıştım. 40.000’den fazla koşucu demek en az 60.000 insan demek. Bu endişe yüzünden başlangıç noktasına değil, neredeyse aynı yer olan ama biraz daha geride kalan bitiş noktasına gitmeye ve orda bir nokta belirlemeye karar verdik. Oraya gittiğimizde endişemin haksız olmadığını gördüm. O kadar kalabalık ki, tamam geldik dedikten sonra başlangıç noktasına gidinceye kadar sanırım bir 20 dk geçti. Hatta kalabalıktan sıyrılabilmek için bir iki defa çalılıklardan bir defa da tel çitten atlamak zorunda kaldım. Bahsettiğim alan ormanlık bir park alanı. Yollar toprak. Sürekli yağmur yağdığından her yer çamur olmuş. Portatif tuvaletler var ama kırk bin kişiden söz ediyoruz. Sırayla o tuvaletlere girelim desek akşama bitmez bu iş. Erkekler dalıyor ağaçların çalıların arasına… E tabii ben de…
Başlangıç noktası dediğimiz yer 2-3 kmlik bir yol. Hedef sürelere göre 7 bölme ve bunlardan meydana gelen 3 dalga oluşturulmuş. Ben F bölmesinde başlayacağım ve F bölmesi ikinci dalganın ilk bölmesi. Önümüzde 3:30’dan hızlı koşacaklar (ya da öyle olacağına inancı tam olanlar) arkamızda 3:45’den yavaş koşacak olanlar (ya da öyle olacağını düşünenler). Ben yolun ortasındaki refüjün üstüne denk geldim, biraz yüksekçe bir yer. Biraz da parmak uçlarına yükseldim. Önlere doğru baktım, mahşer kalabalığı gibi, arkama baktım ondan beter. O an şöyle düşündüm: “Az deli yokmuş be dünyada… Bunca adam şu yağmurda 4-5 saat şapır şupur suyun içinde koşmaya toplanmış. Neyse ki bu kadar çoğuz…” Ben bunları düşünürken etraftan gözler bana bakıyor. Tamam, hepimiz deliyiz ama ben biraz daha garip görünüyorum sanırım. Kolumda Ilgaz’ın verdiği jel taşıyıcı, üstünde takılı kurşun gibi 4 jel. İki bileğimde iki saat, sanki aya roket gönderiyorum, zaman çok önemli. Çift saatli kurşunlu deli daha çok ilgi çekiyor, ya da bana öyle geliyor. Yüzlerce insan üzerinden o ana kadar çıkarmadığı, eşofman, pantolon, kazak veya yağmurluk ne varsa çıkarıp parka doğru fırlatıyor. Umarım birileri o giysileri toplayıp ihtiyacı olanlara dağıtıyordur, çünkü yüzlerce insan sevinebilir oradan çıkan ganimetle.
Bardaklar
Bardaklar
Beklerken GNC’den aldığım jellerden birini tüketmeye çalıştım, ama tadı çok kötü. Planım öncesinde onu tüketip sonra da her 9 kmde bir Ilgaz’ın verdiği Gu’lardan tüketmek. Midem bulanınca içtiğim yeter diye düşünüp jeli attım. Birkaç yüz metre önümde binlerce yeşil balon havaya uçutu ve o anın start anı olduğu anlaşıldı. Bize sıra gelmesi için bir 4 dk bekledik ve sonra başladı 5 aylık çalışmanın hasadı. Önceki iki maraton deneyiminden anımsıyorum başlangıçlar kalabalık olur. O yüzden umursamıyorum kalabalığı, sadece hedef tempodan çok uzaklaşmamaya çalışıyorum, daha ilk kilometrede. Birkaç km daha gidince anlıyorum ki bu başlangıç anının kalabalığı değil; bu, yarışın kalabalığı. Gerçekten de tüm yarış boyu çevremde insanlarla koşuyoruz. O kalabalıkta hem hedef tempo tutturayım hem de Berlin sokaklarını seyredeyim pek olmuyor. Sürekli önümde koşanın ayaklarına bakıyorum, takılıp ikimizi birden düşürmemek için. Sıkışıklık geniş caddelerde çok sorun olmuyor ama dönüşlerde ve yolun daraldığı noktalarda ister istemez yavaşlayan güruhtan etkileniyor koşu hızı. Hele su istasyonları; onlar tam bir keşmekeş. İstasyonu son anda fark edip yol kenarına diklemesine koşan mı dersiniz suyu hemen alıp ters tarafa yine diklemesine kalabalığı keserek koşayım diyen mi? Zaten sular küçük bardaklarda. İtiş kakış içinde o bardağı aldım ağzıma götürdüm derken yarısı yere dökülüyor. Kalanı içmeye ancak istasyondan sonra kalkışabileceğimden elimde biraz koşturuyorum; onun yarısı da orda heba oluyor. Kala kala iki yudum su kalıyor geriye. Bu tabi ilk istasyondaki deneyim sonrası aştığım bir sıkıntı ama ilki anlattığım kadar sıkıntılıydı gerçekten. İstasyonların bir başka derdi de yerlerin plastik bardak dolması ve zaten ıslak olan asfaltta gerçek tehlike yaratmaları. Ayrıca tüm bu malzemeler -yarış öncesi dağıtılan yağmurluklar, su ve sporcu içecekleriiçin kullanılan bardaklarve yarış sonrası üşümeye karşı dağıtılan örtüler- plastik. Çevre kirliliği açısından bakınca çok büyük sıkıntı var ortada. Belki alternatifler düşünülmeli.
Kalabalığın içinde koşarken dikkatimi insanların üzerlerinde yükselen buhar çekti. Kalabalık bir insan topluluğu soğuk ve yağmurlu bir havada hep beraber koşturunca sıcaklıklarından ve terlerinden dolayı üstlerinden buhar çıkıyor ve bu topluluk üstünde ilginç görüntüler oluşturuyor. Kucağında bebeği karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir adamcağızın yaşadığı ezilme tehlikesini de gözlerimle görünce koşucu topluluğumuzu ister istemez “bizon sürüsüne” benzetiyorum. Bu benzetmeme uygun bir de olay yaşadım. Yarışın ortalarında bir yerde benim korktuğum birinin başına geldi ve bir koşucu yere düşüp sürüklenmeye başladı. “Adam kalkamaz artık” diye düşünürken kalkıp hızla koşmaya başladı. Düşmesine neden olan diğer koşucunun sırtına bir tane yumruk indirdi. Sonra birbirlerinden farklı iki dilde bağırarak kavga etmeye başladılar; ama koşuyorlar da bir yandan. Koştuklarından dolayı olay hep yanımda yaşandı. Bazı başka koşucular bunları ayırdılar ve bizon sürümüz yoluna devam etti.
Yol boyunca her çalılıkta veya ağaçlık alanda birkaç erkek işiyordu. Ben daha önceki iki maratonumda hiç tuvalet molasına ihtiyaç duymamıştım. Havanın soğuk olmasından mı yoksa yağmurdan sırılsıklam olmaktan mı bilmem 18. km’de ben de durup ihtiyacımı giderdim. Her şeyin bir ilki var işte. Bu da deneyimdir. Ama bir 45 sn kaybettim orada. 🙂
Yarış sabahı kahvaltıdan sonra sakatlıktan kaynaklı ağrı olursa sıkıntı yaşamamak için iki tane 400 mg brufen (ibupropen) yutmuştum. Start öncesinde de GNC jeli içmeye çalışmıştım. Yarışın ilk yarısı midem çok fenaydı. Bir türlü rahatlayamadım. Buna rağmen yarı maratonu geçerken tempom oldukça iyiydi. Hatta mide dışında kendimi çok iyi hissediyordum. O an acaba ilk yarıyı daha hızlı koşsam daha mı iyi olurdu diye düşündüm ama artık geçti. İlk Gu’yu orda tükettim. Ama midem daha da kötüleşti. Kaynama ve rahatsızlık hissediyordum. Suların biraz faydası oldu sonrasında da bir istasyonda muz yakaladım, o da epeyi iyi geldi. 30. Km’de hafif bir yorgunluk hissettim ama hızımdan ödün verme niyetim yoktu, midem de biraz düzelmiş olduğundan bir Gu daha tükettim. Ne kadar uğraşsam da 32.kmden sonra hızım 5:10 dk/kmlere geriledi. Birkaç km sonra 5:20, ondan da biraz sonra 5:30’ları görmeye başladım. Garmin daha 10 km dolmadan km tabelalarından önce ötmeye başlamıştı ama sonlara doğru 500 mt gibi bir fark oluşmaya başlayınca diğer kolumdaki kronometreye odaklandım. 35.km gibi bir an aklıma belki de 3 hafta sonra Avrasya’da yine bu mesafeyi koşacağım geldi. “Delirmiş olmalıyım” diye geçirdim aklımdan. O an o kadar kısa bir süre sonra bunu tekrarlama fikri bana çok korkunç gelmişti (şu an hiç öyle düşünmüyorum, hatta yarıştan bir gün sonra bile çok garip gelmiyordu bu düşünce). 39.kmde bir an durdum. Ellerimi dizlerime koydum. Sanırım psikolojik olarak garip bir noktadaydım. 15 sn kadar öylece durdum. Sonra “ne yapıyorum ben yahu, 3 km kalmış şunun şurasında” deyip hızla koşmaya başladım. O noktadan sonra giderek hızlandım. Ufukta Brandenburg kapısı görününce zaten bir rahatlama oldu, bitmişti. Kapıdan geçtikten 500 mt sonra bitişi geçtim. Bitişi geçerken bile kalabalık devam ediyordu, birilerini iterek geçtiğimi anımsıyorum. Biraz ilerde farkında olmadan tanımadığım birinin sırtına elimi koyup ondan güç almaya çalışmışım, adamcağız şaşırıp döndü. Bana bakınca aynı yoldan geldiğimizi hatırlayıp elimi tuttu, tokalaşıp birbirimizi tebrik ettik. Sırasıyla madalyamızı, sarınmak için plastik örtümüzü ve azık torbamızı alıp olayı noktaladık. On binlerce madalya üst üste çok ilginç görünüyordu. O sırada ilk üçün derecelerinin yazılı olduğu tabelayı gördüm. 2:05’i görünce bir an ağlayacak gibi oldum. O kadar çabayla adamlara en fazla 1 saat 35 dk yaklaşabiliyorum diye mantıksızca üzüldüm. Yağmurun altında, soğuktan titrerken bunları düşündüm bir süre, şimdi anımsayınca çok acayip geliyor o an.
Madalyalar
Madalyalar

Sonrasında Başak’la buluşacağımız yere ulaşmaya çalışırken belirlediğimiz noktanın ne kadar yanlış olduğunu fark ettim. Bizi finish’ten sonra parkurun ters tarafına yönlendirdiler bu nedenle buluşma noktası karşıda kaldı. Yoldan geçmek yukarıda anlattığım nedenlerle imkânsız. Başladım ters yönde yürümeye, bir yandan da “iyi iyi hemen yürümek iyi olur recovery açısından” diye düşünüyorum. Ama hava buz gibi, üstüm sırılsıklam, donuyorum. Bir alt geçit bulup buluşacağımız noktaya geldim. Sağ olsun Başak kuru giysiler getirmiş. Nasılsa herkes koşanlara odaklanmıştır diyerek oracıkta soyunup üstümü değiştirdim. Gerçekten de sanırım pek fark eden olmadı. 😉 İyi ki yapmışım çünkü metroya yürürken cidden soğuğu çok net hissettim. Yolda, pidenin arasına koyun peyniri ve lahana koymuş, üstüne de sarımsaklı yoğurt döküp satan birilerini görünce hemen atladım. Hem açlıktan eser kalmadı hem de mideme iyi geldi. Otel, duş, biraz dinlemenin ardından tekrar dm dostlarıyla bir araya gelip, pizza-bira yaptık. Yine güzel sohbet oldu.
Yarıştan sonra bir süre daha Berlin’de kalıp turistik bir tatil yapalım diye düşünmüştük, öyle de yaptık. Bir iki cümle de Berlin hakkında yazayım (Berlin detayı merak etmeyenler bir sonraki paragrafa atlayabilirler). Berlin’de ne deniz var, ne dağ. Sadece kanallar, estetik tarihi binalar ve müzeler. Buna rağmen 18-20 milyon turist geliyormuş yılda. Ne coğrafya ilgi çekici ne de iklim keyifli ama bir şekilde turizmi coşturmuşlar. Tabii bunda müzelerin ve “duvar”ın çok etkisi var. 2,5 günümüzü müzelerde geçirdik ama sanırım %10unu bile görememişizdir. Müzelerin en büyükleri ve ünlüleri müzeler adası (kanalların arasında kalan bir yarım adacıktalar) denilen yerde toplanmış. En büyük 4 müze olan Bergama, Neue, Altes ve Bode müzelerini gezdik. Her biri için birer tam gün ayrılsa yeridir. Orta doğudan, Mısır’dan ve Anadolu’dan inanılmaz sayıda ve büyüklükte arkeolojik eser götürmüşler. Örnek Bergama sunağı; çalmışlar diye konuşulur ama söylenene göre –ne kadar doğru bilmiyorum- Osmanlı, 20 bin altın alıp “ne isterseniz götürün” tarzı bir anlaşmaya imza atmış. Neler götürüldüğünü görmeden idrak etmek çok zor, görmek gerek. Aslında güzel koruyup güzel de sunuyorlar, ne düşüneceğimi bilemiyorum. Müzeler dışında çok fazla gezip görecek bir şey yok aslında. Belki devlet binaları –mimari açıdan çok ilgi çekiciler, hepsi neredeyse camdan, şeffaflık çağrışımı için- ve kanalda biraz gezinti. Berlin’de çok sayıda insan bisikletle dolaşıyor. Bu çok hoşuma gitti. Her yerde bisiklet yolu ve bisiklet park edecek yerler var. Bisikletlere özel trafik ışıkları da var. Geldikten sonra Berlin’in aslında Avrupa’da en çok bisiklet olan ülkelerden ilk üçünde bile olmadığın öğrendik. Burada da öyle olmasını çok isterdim. Bırakın bisiklet yolunu, yaya için bile kaldırım bulamazken sanırım daha çok beklerim. Berlin hakkında belki daha uzun yazarım sonra.

Sonuç

Bence bu işle uğraşan herkes en azından bir kere böyle büyük bir organizasyona katılmalı. Ama her zaman da çekilmez. Belki bir iki yılda bir bu tip bir yarış olabilir. Ben daha tenha ama organizasyonu düzgün yarışların peşinde olacağım. Bir de şunu düşündüm, Türkiye’de yapılan yarışlara bizler de katılmazsak kim katılacak? Katılım artmadığı sürece organizasyonlar daha da kötüleşecek. Bence olabildiğince katılmalı ve geri bildirimlerde bulunulmalı. İster organizasyonun kendine ister dışarıda sanal ortamda geri bildirimler sunup sonuçlar alınabilir. Mesela Runtalya bu sene yarış sonrası bir forum açtı, bu güzel bir gelişme. Bizler büyük organizasyonlara katılıp deneyimlerimizi buradakilere taşıyabiliriz. Bilmem siz ne düşünüyorsunuz?
Benim açımdan biraz hayal kırıklığı yaratan bir sonuç oldu. 3:30 hedefi her ne kadar yanlış bir hedeftiyse de 9,5 dakika uzağında kalmak istemezdim. Neden yanlış bir hedef olduğunu yarış öncesi yazımda değinmiştim. Sonra biraz daha düşündüm. Hayatımda ilk defa koşalı daha 26 ay olmuş, ilk maratonumu koşalı bir yıl bile olmamış. Bunları düşününce hayal kırıklığını bir kenara bırakıp daha da ilerlemenin yolları üstünde çalışmaya başladım bile. Aslına bakarsanız hedeflerimden dörtte üçünü tutturmuşum. Yarışı bitirebildim –ki maraton söz konusu olunca herkes için bitirememe olasılığı her zaman söz konusudur-, sakatlık olmadan ağrısız gülerek geçtim bitiş çizgisini, 3:45’den daha iyi bir zamanda bitirdim üstelik. Son hedef bir sonraki yarışa artık…
Hazırlıklar sırasında bana gerçekten çok ama çok destek veren eşime ve motivasyon konusunda inanılmaz bonkör olan dailymile arkadaşlarıma teşekkür ederim.
Fotoğraflar için Henning Thomsen‘e teşekkürler…
Thanks to Henning Thomsen for photos…

“2010 Berlin Maratonu – Mert” hakkında 11 yorum var

  1. Baba sonuna kadar okudum mutlu oldum daha yeni dereceler elde edeceğine ümidim sonsuz.BAŞARMANIN YARISI BAŞLAMAKTIR.Düsturun olsun.Öptüm İkinizide.

  2. Güzel yazı, güçlü kalem, güçlü bacaklar, sağlam kafa, sağlam vücut. Tanışmış olmak, aynı yollarda koşmuş aynı biraları içmiş olmak güzel.

  3. Her yarış önemli bir tecrübedir, ve önemli bir başarı; sonucu ne olursa olsun. 26 ayda geldiğin noktayı gerçekten çok takdir ediyorum. Bence de hedef fazla iddialıydı, ama sonuçta seni bu sonuca o hedef taşıdı. Demek ki yanlış birşey yapmamışsın, 3:45 hedef koyup başarmak mı, 3:30 koyup 3:39’a inmek mi daha iyi? Sayende bizler de içten içe gaza geldik, seninle değil, kendimizle daha çetin bir yarışa giriştik. Ve sonuçta hepimiz kendi yarışımızı kazandık. Birbirimize olumlu etki yaratabildiğimiz için çok memnunum, darısı bundan sonraki hedeflere!

  4. Tebrik ediyorum, ve güzel paylaşım için teşekkür ediyorum. Bu gibi deneyim ve bilgileri sıcağı sıcağına yazmak, ileriye dönük planlar yapmak ve bu konuda bilgi edinmek isteyenler açısından çok önemli.
    Mesleğini soranlara ne dersin bilmiyorum ama “ne iş yapıyosun?” diyenlere KOŞUYORUM demelisin artık…
    “Her başarılı koşucunun “finish” noktasında kuru giyisilerle bekleyen bir kadın vardır” diyerek bitireyim 🙂

  5. Geri bildirim: Runtalya 2011 « Ritim
  6. Selam Mert, ben de bu sene 2011 Eylül BMW Berlin’e katılacağım. Geçen haftadan beri 50-60 km lere çıktım. İyi ki yazmışsın çok faydalı oldu gerçekten.
    Görüşmek üzere.

  7. Geri bildirim: F.I.R.S.T. « Ritim

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir