Uzak Bir Ormanda Devrilen Ağaç

Uzak Bir Ormanda Devrilen Ağaç

Uzak bir ormanda bir ağaç devrilirse ve çevrede hiç kimse yoksa ağaç devrilirken ses çıkar mı? Bu soruyu soran kişi George Berkeley (1685-1753), yani dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren İngiliz düşünür. Aslında ağacın düşmesini algılayacak kimse yoksa o sesin de olmadığını söylemek istemektedir. Bu subjektif idealizm tartışması oldukça geniş bir felsefi tartışma, ben haddimi bilerek o kısma girmeyeceğim. Sadece konumuza yaklaşmak için bu düşünceyi kullanmak istedim. Bu soru ve beraberinde getirdiği tartışma bazen yanlış anlaşılarak ya da bazen bilerek genişletilerek “Peki hiç kimse algılamadıysa o ağaç hiç devrilmiş midir?” sorusu ile sesin algılanmasından gerçekliğin sorgulanması noktasına gelir: “Peki ağaç hiç var olmuş mudur?” Bu soruyla da aslında simülasyon teorisine yaklaşabiliriz.

Simülasyon teorisi (uzun uzun Türkçe okumak için şuraya ya da İngilizce Nick Bostrom’den okumak için şuraya bakabilirsiniz) özetle, bildiğimiz evrenin gerçekte var olmadığını, her şeyin bir bilgisayar simülasyonu olduğunu, bizlerin de onun bir parçası olarak simülasyonun bir noktasında ortay çıkmış zihinler olduğumuzu ileri sürer. Evet, biliyorum aklınıza hemen Matrix geliyor ama buradaki durum biraz farklı. Matrix’te gerçek fiziksel dünya/evren vardı, sadece insanların zihinleri aldatılarak o gerçekliğin dışında bir simülasyonda yaşamaları sağlanıyordu. Bizim bahsettiğimizde ise biz gerçekte hiç var olmadık, olmayacağız.

Neyse asıl konumuz bu da değil, ama nilüfer yaprakları üzerinde zıplayarak nehrin karşısına geçmeye çalışan kurbağa misali konular arasında atlayarak hedefimize ilerliyoruz.

Geçenlerde herkesin dünyanın belirli yerlerine yolculuk edip aynı şeyin (bina, heykel, doğal güzellik vb.) fotoğrafını hem de aynı açıdan çekmek için nasıl çabaladığını düşünüyordum. Düşünsenize o yerin fotoğrafı, o açıdan ve günün aynı zamanında yıllar boyunca ve defalarca çekilmiş. Evinizde oturup Google’da aratsanız en harikasına, en yüksek çözünürlüklü haline ulaşabileceğiniz bir görüntüyü elde etmek için bu kadar çabalamak garip değil mi? Tamam, insanın oraya gidip, orayı kendi gözleriyle görmek, gerçekten orayı yaşamak istemesi çok normal, ama benim bahsettiğim o ünlü fotoğraflar. Mesela Fransa’nın güneyindeki Valensole’deki lavanta bahçeleri. Oranın fotoğrafını en güzel şekilde çekmek için yarışan Insatagramcılar verdikleri rahatsılık ve zararla lavanta çiftçilerini çileden çıkarmışlar. Çiftçiler o kadar rahatsız olmuş ve zarar görmüş ki koca koca afişler asıp fotoğrafların çirkin çıkmasını sağlamaya çalışmışlar. Piramitler, Eiffel Kulesi, Big Ben, Angkor Wat Tapınağı… İnsanlar aynı yerde durup aynı açıdan aynı kadrajla buraların fotoğraflarını çekiyorlar. Bu çok ilginç değil mi? Bir fotoğrafçının çalışmalarını görmüştüm, bu tip yerlere gidip o aynı fotoğrafı çekmeye çalışan insanların fotoğraflarını çekiyordu. Görüntüler çok komikti. Bir de bu ünlü yerlerde farklı bakış acısından fotoğraflar çeken bir fotoğrafçı vardı. Bu daha gerçek değil mi?

Peki Mona Lisa portresinin sergilendiği müzeye gidip portrenin fotoğrafını çekmeye ne diyorsunuz? Yanına kadar gitmişsin, dakikalarca bakıp incelesene, her detayını görmeye algılamaya çalışsana. Hayır, fotoğrafını çekip Instagram’a yüklemek çok daha anlamlı artık. Çünkü o zaman orijinal Mona Lisa’yı yerinde görmüş olan “ben”i yaratmış oluyoruz. Arkadaşlarımız “like” ediyor. Mona Lisa’yı mı, bizim müzeye gidişimizi mi, portrenin fotoğrafını çok güzel çekişimizi mi, neyi beğeniyorlar sizce? Bizim Mona Lisa’yı yerinde görmeyi isteyecek kadar bilgili, görgülü oluşumuz, gidebilecek kadar şanslı oluşumuz, akıllı bir telefonumuzun olması, Instagram hesabımızdaki like sayıları o resimden çok daha değerli artık. Biz o fotoğrafı çekerek, 500 takipçili Instagram hesabımızda paylaşarak kaç seviye simülasyon yaratıyoruz. Bırakalım uzak ormandaki ağacı, biz o fotoğrafı çekip paylaşmazsak Mona Lisa’nın aslını gidip yerinde görmüş olur muyuz?

MONACO, MONACO – AUGUST 14: Joshua Cheptegei of Uganda crosses the finish line to win the Men’s 5000 metres during the Herculis EBS Monaco 2020 Diamond League meeting at Stade Louis II on August 14, 2020 in Monaco, Monaco. (Photo by Daniel Cole/Pool via Getty Images)

Şimdi bir daha sıçrayıp karşı kıyıya yaklaşalım. Bu yazının ana fotoğrafını belki daha önce de görmüşsünüzdür. Bu koşucu Ugandalı Joshua Cheptegei. Geçtiğimiz günlerde 16 yıldır kırılamayan 5000 m dünya rekorunu kırdı. IAAF’nin resmi bir yarışı sırasında, santimetresine kadar ölçülüp onay almış standart bir yarış pistinde, tavşan koşucular eşliğinde başlayarak koştu. 5000 metreyi 12 dakika 35 saniye ve 36 salisede tamamlayarak ve çok büyük bir dünya rekorunu kırarak bitiş çizgisi geçtikten hemen sonra kolundaki GPS destekli saatinin durdurma düğmesine bastı. O an ikonik bir andı ve bu fotoğraf çok konuşuldu. Kendisine neden yarışı saatine kaydettiğini ve saatini durdurmayı unutmamaya neden bu kadar özen gösterdiğini sordular. “Bilmem, belki de Strava’da paylaşmak güzel olur diye düşündüm.” şeklinde cevap verdi. Bu sadece bana mı çok garip geliyor? Hatta paylaştı da, şurada görebilirsiniz.

Ne kadar enteresan bir simülasyonlar döneminde yaşadığımızı gösteren başka bir detay daha var; Strava’da ismini aratırsanız bir de sahte Joshua Cheptegei bulacaksınız. Biri üşenmemiş aynı isimle bir hesap açmış ve hatta bu koşuyu yüklemiş. Neyse ki gerçek Cheptegei’nin hesabında gerçek olduğunun işareti var ve sahte olanın koşusu bayraklanmış (sahte veya hatalı olduğu uyarısı eklenmiş). Bütün bunlar çok acayip değil mi? Aslında değil, çünkü Berkeley’in sorusuna ithafen olsa gerek artık koşu dünyasında şu soru çok önemseniyor: “Yaptığın antrenman Strava’ya yüklenmemişse o antrenman gerçekte yapılmış mıdır?” Geçenlerde Garmin hacklendiğinde bu espri çok yapıldı. İnsanlar her zamanki gibi gidip koştular, bisiklete bindiler ama neredeyse bir hafta Garmin’e upload edip oradan da Strava’ya atıp paylaşamadılar. Bu bir çoğu için travmatik bir dönemdi, motivasyonunu yitirenler bile oldu. Strava’da paylaşamadıktan sonra koşmanın bir anlamı yoktu belki de. Neyse ki birileri aktiviteyi saatten alıp elle Strava’ya yüklemenin yolunu gösterdi de hep birlikte rahatladık. Bunu yapana kadar da terli fotoğraflarımızın üzerine koşu süremizi ve mesafemizi yazıp storylerimizde paylaşarak idare ettik.

Dönelim dünyanın gözü önünde, ilgilenen hiçkimsenin gözden kaçırmasının imkansız olduğu bir koşuyu bile Strava’ya yüklemeyi düşünen Joshua’ya ve son sıçrayışımızla karşı kıyıya varalım. Joshua Cheptegei’nin rekoru kırdığı yarışın videosunu izlediniz mi bilmiyorum. İzlemediyseniz şuraya koyayım izleyin.

Bir şey dikkatiniz çekiyor mu? Pistin en iç kulvarının kıyısında bir ışık demeti koşucularla birlikte ilerliyor. O ışık aslında Kenenisa Bekele‘nin 2004’te koştuğu 12:37.35’lik derecenin temposunda ilerleyen bir ışık demeti. Adı Wavelight ve IAAF 2018’de kullanımını onayladı. Aslında daha önce de benzer denemeler yapılmış, hatta 1970’lere kadar uzanıyor bu denemeler. Ama ya spor ya da sporcular henüz bu yaklaşımlara hazır değillerdi, 1973’te Kip Keino “Ben elektriği nasıl yakalayabilirim ki?” diye çaresizliğini belirtmiş. Şimdi 1996 doğumlu yeni jenerasyon bir koşucu olan Cheptegei, yarışa başlamadan önce en iyi derecesi Bekele’nin rekorundan 20 saniye yavaş olmasına rağmen ışığı çok güzel kullanmayı başardı. Tabii bu yazının gelip dayandığı noktada şu soru gündeme geliyor: Bu ışık olmasaydı da Joshua Cheptegei bu rekoru kırabilecek miydi? Çünkü biliyoruz ki bu mesafelerde en önemli şey tempoyu ayarlamak. Zaten bu yüzden tavşan atletler kullanılıyor. Tamam saha kenarında, tur sonlarında ya da turun yarısında büyük saatler var ama pistte koşmuş herkes bilir ki 100 metre bile kafanız dağılsa, temponuzdan uzaklaşsanız saniyeler oynar ve toparlamak çok zordur. Artık bu son sorunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Gözlemimizi yaptık ve dalga fonksiyonu çöktü, gerçeklik -biraz da hayali yardımla- oluştu. Bu koşunun şimdiye kadarki en iyi tempo ayarlaması yapılmış 5000 m olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir.

Cheptegei’nin koşusu Strava’da, gidin inceleyin, saatini durdururkenki fotoğrafına bakın, videoda akan ışıkla birlikte akışını izleyin ve ışıksız, videosuz, koldaki saatsiz ve Stravasız gerçekliği anımsayabiliyor musunuz biraz düşünün. Toprak pistlerde kösele ayakkabılarla bitiş çizgisindeki -kelimenin gerçek anlamıyla- ipi göğüslemeye çalışan uçan Finleri hatırlayın. Bilmiyorum hangisi daha gerçek.

Bunlar değişen teknoloji ve onun akışıyla değişen davranışlarımızın ve eğilimlerimizin sonuçları olan simülasyon katmanları. Hatta yer yer süsleyerek veya abartarak yaptıklarımızı gerçekliklerinden kopartır olduk. Instagram’da çok mutluyuz, yaptığımız her şey, gittiğimiz her yer çok güzel. Çünkü sadece onları paylaşıyoruz. Farkında olmadan ya da bilerek süzgeçlerden geçirip negatiflikleri saklıyoruz. Bazılarımız bunu daha da ileri götürüyor ve aslında yalan söylemeden ama gerçekleri eğip bükerek pozitifi daha da pozitife çekme eğilimine giriyor. O yüzden anlayamaz güvenemez olduk hangisi gerçekte olan. Yarışın genel adında Ultra olduğu için o adı kullanarak aslında başlı başına çok güzel ve olumlu olan bir şeyi, 10 km parkurunu bitirmeyi daha da pozitif göstermek eğiliminden söz ediyorum. Peki ya gerçekten kendi kendine çıkıp 50 km koşan ama bunu hiçbir yerde paylaşmayan? Hangisi gerçekten oldu? Gerçeklik hangisi ya da “daha gerçek” olan hangisi?

“Uzak Bir Ormanda Devrilen Ağaç” hakkında 8 yorum var

  1. Selamlar Mert, çok güzel bir yazı. Ben de yazında belirttiğin anı fotoğraflamak veya kayıt altına almak konusunda çok ilginç bilgilere ulaşmıştım.
    Journal of Applied Research in Memory and Cognition dergisinde yayımlanan bir çalışmayı okumuştum.
    O dergideki makaleye göre uzmanlar buna yük boşaltımı deniyor. Bir anı fotoğrafladığınızda, o anı hatırlamak için bir makinaya güvenmiş oluyorsunuz. Böylece beyniniz, nasılsa sonra fotoğrafa bakarak hatırlayabileceğinizi düşünerek, güçlü bir anı üretmiyor.
    Diyelim ki Mona Lisa’yı görmek için Louvre Müzesi’ne gittiniz. Eğer müzeye gittiğinizde, ufacık resmi fotoğraflamayı becerirseniz, bu defa da ona dair anılarınız daha zayıf oluyor; çünkü zaten fotoğrafı çekerken “Nasılsa sonra görebilirim.” diye düşünüyorsunuz. Aksi takdirde fotoğraflamazdınız. Bunu deneysel olarak da kanıtlamışlar. Linda Henkel tarafından yapılan bir çalışmada, 42 öğrenci üç gruba ayrılarak bir müzeye götürülüyor.
    İlk grup cep telefonlarıyla bir resmin fotoğraflarını çekiyor, sonrasında ise 15 saniye boyunca resmi inceleme imkanı buluyorlar.
    İkinci gruptakiler fotoğraf çekiyorlar; ancak sonrasında hemen silmeleri isteniyor (böylece sonradan fotoğrafa bakamayacaklarını biliyorlar). Sonrasında 15 saniye boyunca resmi inceleme fırsatları oluyor. Bir diğer deneyde ise bu grup fotoğrafı Snapchat uygulaması ile çekiyorlar; yani otomatik olarak silineceğini biliyorlar.
    Üçüncü grup ise hiç fotoğraf çekmiyor, resmi sadece15 saniye boyunca inceliyorlar.

    Sonrasında her birinin telefonlarına 10 dakikalığına el konuluyor. Bu sürenin sonundaysa onlara gördükleri resimle ilgili birkaç sorudan oluşan bir test veriliyor.
    Resimlerin fotoğrafını hiç çekmeyen üçüncü grup, her iki deneyde de (ikinci grubun elle sildiği ve Snapchat ile fotoğraf çektiği iki ayrı deneyde) diğer iki gruba göre resimlerin detaylarını çok daha iyi hatırlıyor. Hatta ikinci grubun Snapchat fotoğrafı çektiği deneyde üçüncü grup, bu gruptakilerden neredeyse 2 kat daha iyi performans gösteriyor.

    Uzmanlar bunun iki olası nedeni olduğunu söylüyorlar: İlki, fotoğraf çekme sırasında dikkatimizin telefonun (ya da profesyonel kameranın) mekanik aksamına kayıyor olması. Fotoğrafın parlaklığı, açısı, vb. teknik özellikleri üzerine kafa yormak için, gözlediğimiz nesnenin detaylarına odaklanmakta zorlanıyoruz. Bu durum, bir başka deneyle de doğrulanmış vaziyette: Eğer otomatik kayıt yapan GoPro gibi cihazlarla bir müze incelenecek olursa, kişiler normal şekilde anılarının gücünü koruyabiliyorlar.

    İkinci olası açıklama ise, bir fotoğraf çekerken odaklandığımız teknik özellikler (yine parlaklık, açı, vb. durumlar), bu fotoğrafı çektiğimizde bize bir başarma hissi veriyor. Dolayısıyla sonrasında eşit süre boyunca (15 saniyeliğine) resme bakılıyor olsa da, kişi zaten iyi bir iş başardığı ve güzel bir fotoğraf çektiği hissine kapıldığı için, resmin detaylarına odaklanma ihtiyacı hissetmiyor: “Nasılsa detayları sonradan tekrar görebilirim.” diye düşünüyor. Bu durum, bir konsere gidip de fotoğraf ve video çekmeye çalışmayan kişilerin, fotoğraf ve video çekenlere göre ânı daha iyi yaşayabildikleri (“âna gömüldükleri”) düşüncesi ile de uyumlu görülüyor.

  2. Kaleminize sağlık hocam. Yazı efsane olmuş. Siz mütemadiyen yazın ki bizler de faydalanalım.

  3. “…Gerçeklik hangisi ya da “daha gerçek” olan hangisi?” Tabii ki hepsi! Ancak biri mutlaka o gerçekliği diğerinden çok daha iyi hissediyor, yaşıyor. Ben bazı koşularımda kolumda gps saat olsa da ona hiç bakmadan koşuyorum. Kolumda o saatin olduğunu kendime unutturuyorum (hatta o kadar ki, bazen durdurmayı anca duşa gireceğim zaman hatırladığım oluyor). İşte o zaman o gerçekliği yaşama hissinin tadına varıyorum.
    Bu problemi ilk başımıza açan “nike+” sistemi olmuştu… Fakat diğer yandan spordaki bu kayıt teknolojilerinin birçoğumuza sağladığı müthiş motivasyon sebebiyle olumsuz yönlerini bence kabullenebiliriz. Unutmayalım ki bizler bu teknolojileri ilk yaşayan nesiliz. 20 yıl önce ne Strava vardı, ne Garmin koşu saati… Bizden sonraki nesiller bunun dengesini çok daha iyi kuracaklar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir