Spartathlon 2017

Spartathlon 2017

[English version]

30 Eylül 2017 cumartesi günü öğleden sonra 15:48’de neredeydiniz, ne yapıyordunuz? Belki birçoğunuz anımsamıyordur ama ben o dakikayı inanılmaz bir berraklıkta hatırlıyorum ve eminim çok uzun bir süre, belki tüm hayatım boyunca da unutmam pek mümkün olmayacak. O dakikada Yunanistan’ın Sparta şehrinde Konstantinou Palaiologou Caddesi boyunca Leonidas heykeline doğru koşuyordum. Cadde kalabalıktı ve çevredeki herkes alkışlıyor, tezahürat ediyordu. Caddede yaptığım o 500 metrelik koşu önceki günün sabahında Atina’daki Akropolis kalıntıları önünden başladığım 246 kilometrelik koşunun sonuydu. Heykele ulaştım, sol ayağına kollarımı, kollarıma da başımı dayayıp 5-6 saniye boyunca geçen 6 ayı ve bu aylarda verdiğim çabayı düşündüm. Saklamayacağım, gözlerim doldu. Evet, yarış kendi başına uzun ve zorluydu ama öncesindeki hazırlık dönemi daha da uzun ve daha da zorluydu. O ayak, çok uzun vadeli bir hedefin sembolüydü ve ben ayağa ulaşmıştım, Spartathlon’u bitirmiştim. Artık kendimi bırakmamda bir sakınca yoktu.

Açıklama: Önceden söylemeliyim, yazı biraz uzun. Tüm olan biteni unutmamak için, ileride okuyup anımsamak için yazdım. Bir yarış raporundan çok yarış macerası gibi düşünmekte fayda var. 

IMG_7331
Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman

Zamanı biraz geriye, 25 Eylül pazartesi sabah 9 civarına alalım, yani yarıştan yaklaşık 4 gün önceye. Yarış yaklaştığından dolayı bir iki haftadır koşularımı azaltmıştım. Hafta sonuna doğru belimde ve sol bacağımda bir ağrı başlamıştı ama çok önemli olmadığını düşünüp üzerinde durmamıştım. O gün normal bir şekilde uyanmış, sabah kahvaltımı etmiştim. Ofise gitmek için hazırlanırken bir anda belime bir ağrı saplandı. Eğilip kalkamıyor, doğru dürüst yürüyemiyordum bile. Hayatımın yarışına 4 gün kalmıştı ve ben çoraplarımı giyemez durumdaydım. Nasıl bir panik içinde olduğumu hayal edebileceğinizi umuyorum. Uzun mesafe koşanlar ağrılara, çekmelere ve ufak sızılara alışıktır. Neyi dert edeceğimizi, neyi biraz umursamazsak atlatacağımızı biliriz. Ama bu durum gerçekten korkunçtu. Bırakın 246 km asfaltta koşmayı bakkala gidecek durumda değildim. Konuyu WhatsApp üzerinden bazı arkadaşlarıma yazdım. Birçoğunun ortak görüşü bunun yoğun geçen haftalardan sonra aniden duran vücudun ve çok önemli bir sınava hazırlanan zihnin ortaklaşa yarattığı bir sorun olduğu yönündeydi. Özellikle stres, bel bölgesinde bu tip sorunlar yaratıyor olabilirdi. Hem bu olasılığı düşünerek kendimi rahatlatmaya hem de kas gevşetici ve ağrı kesicilerle bunu desteklemeye çalıştım. Gerçekten de ertesi gün hafiften çözülme başladı. Ancak düzelmenin hızına bakılırsa yarış sabahı %100 durumda olmam mümkün görünmüyordu.

Yarış Öncesi Atina

Yapılacak bir şey yoktu; çarşamba günü Atina’ya gidilecek, perşembe yarış kaydı yapılacak ve cuma sabaha her şeyin yoluna gireceği umudu korunacaktı. Belimdeki çözülme çarşamba günü de devam etti. Artık normal şekilde yürüyebiliyor, oturup kalkabiliyordum. Destek ekibim, Başak, Can ve Cansu ile birlikte o günün akşamı Atina’ya vardık. Daha önce internet üzerinden kiraladığımız aracımızı havalimanından teslim aldık. Spartathlon organizasyonunda kayıt ücretine koşucunun 7 gün, 5 gecelik (bir gece yarışta geçiyor) konaklaması ve bu süre boyunca yiyecekleri de dâhil. Tüm koşucular Atina’nın Glyfada bölgesindeki 5-6 otele dağıtılıyorlar. İsterseniz ve bedelini öderseniz bu otellerde destek ekibiniz de kalabiliyor. Bizim kararımız şöyleydi: ben yarışa kadar olan iki geceyi benim için belirlenen otelde diğer koşucularla geçirecektim, destek ekibiyse kiraladığımız bir evde kalacaktı. Bunun nedeni benim yarış öncesi koşucularla birlikte kalarak o ortamı solumak ve havaya girmek istemem, onlarınsa daha rahat bir ortamda kalmalarının iyi olacağını düşünmemizdi. Onlar için merkezde, Akropolis’e yakın bir ev tutmuştuk.

Genellikle çok sayıda katılımcısı olan ülkeleri bir arada konaklatıyorlar. Az sayıda katılımcısı olan ülkelerse karma bir otelde toplanıyor. Odalarda iki kişi kalınıyor. Benim oda arkadaşım Slovak Jan idi. Odaya girdiğimde her yere saçılmış malzemeleri arasında elinde kâğıt kalem ayakta duruyordu. Destek ekibi olmadığından çok sayıda bırakma çantası (drop bag) kullanacak olduğunu öğrendim. Yarışta 75 adet istasyon var, destek ekibiniz olsun ya da olmasın tüm bu istasyonlara drop bag bırakabiliyorsunuz. Tabii destek ekibi olmayınca haliyle bırakılan drop bag sayısı da artıyor. Jan, 22 adet çanta hazırlıyordu. Bunun hazırlamaktan daha zor olan tarafı yarış sırasında hangi istasyonlara çanta bıraktığınızı anımsamak. O bunu el matarasının tepesine istasyon numaralarını yazarak becermeyi planlamıştı. Ne olursa olsun zor iş. Jan, tüm drop bagleri içindekileri almak üzere hazırlamadığını, bazılarını da o noktadan sonra kullanmamaya karar verdiği şeyleri içine koymak için hazırladığını söyledi. Çünkü bıraktığınız çantaların tümünü yarış sonrası Sparta’da geri alıyorsunuz.

FullSizeRender
Bu kutulardan 75 tane var.

Otele en son giriş yapan bendim. Oda iki bölümden oluşuyordu, birinde bir yatak diğerinde ise açılır koltuktan dönüştürülmüş bir yer vardı. Son gelen olduğum için yatağı kaçırmıştım. Koltuktan dönüştürülmüş bir yatak belim için nasıl olacak korkusu içinde yattım. Neyse ki gece sorunsuz geçti. Belimdeki ağrının koşarken nasıl olacağını çok merak ediyordum ve bunu ilk olarak hayatımın yarışında görmek istemediğimden çıkıp biraz koşmaya karar verdim. Hava çok güzeldi ve sahilde koşacak çok güzel yerler buldum. Yarım saate yakın süren koşuda ağrı ve belki çekme diyebileceğim bir sıkıntı sürekli kendini hissettirdi ama görünen o ki onlara rağmen koşabiliyordum. Ertesi gün ilk yarım saatten sonra ne olduğunu görecektim. Bu arada Glyfada’nın çok güzel bir bölge olduğunu keşfetmiş oldum.

Koşudan sonra kahvaltıya Jan ile birlikte indik. Vegan olduğundan meyve dışında yiyecek pek bir şey bulamadı ve sadece iki meyve yedi. Ben karşısında yumurtalar, peynirler, bal ve bol ekmekten oluşan kahvaltımı yerken biraz utandım açıkçası. Ama Aykut’un da raporlarından birinde belirttiği gibi o sabah kahvaltıda her koşucunun bambaşka şekilde beslendiğine ben de şahit oldum. Beslenme konusunda tek doğru olmadığının en büyük kanıtı o kahvaltı salonu olmalı. Kahvaltıda Jan da çok benzer bir bel ağrısı yaşadığından söz ettiğinde bunun yaygın bir sıkıntı olduğu artık benim için netlik kazandı. Jan da kısa bir koşu yapıp belinin durumunu görmek istediğini söyleyip çıktı. Ardından hemen kayda gittik. Kayıt birbirine çok yakın olan otellerden birindeydi. Henüz kalabalık gelmediğinden hızlıca kayıt işini aradan çıkardım.

Photo 28.09.2017 12 57 24

Destek ekibi arabalarına bu çıkartmayı veriyorlarYarıştan bir iki hafta önce uzun mesafe koşucularının sağlık durumları ile ilgili bir çalışmada yer almak isteyip istemediğimi soran bir eposta almış, olumlu cevap dönmüştüm. Kayıttan hemen sonra yandaki salona geçip epey detaylı bir sağlık kontrolünden geçtim. Tıbbi isimlerini bilmiyorum ama ultrason benzeri cihazlarla kalp, damar ve iç organlarımı tetkik ettiler, sonunda da kan aldılar. Muayene yapılan her masada “çok sağlıklısınız” veya “kalbiniz çok sağlam görünüyor” ifadeleri ile karşılaşmak beni çok mutlu etti. Bu işlemler sırasında çok sayıda koşucu ile tanışma ve sohbet etme fırsatım oldu. Ayrıca Aykut’un imzalı kitaplarını götürdüğüm organizasyonun başındaki Kostis Papadimitriou ile tanıştık. Hem çok cana yakın biri olduğundan hem de Aykut organizasyonda çok güzel izler bıraktığından beni çok yakın bir arkadaşıymış gibi hemen benimsedi. Zaten orada olduğum süre boyunca birçok kişiden “geçen senelerde Türkiye’den gelen koşucu” olarak Aykut’tan sürekli olumlu şekilde söz edildiğini duydum. Böylece Aykut’un yarışla ilgili deneyimleri dışında organizasyonda ve yarış çevresinde bıraktığı güzel intibalardan da faydalanmış oldum.

Öğleden sonrayı Glyfada’yı gezerek ve bir şeyler yiyerek geçirdikten sonra destek ekibi ile son malzeme kontrollerini yaptık. Sadece iki bırakma çantası hazırlamıştım. Destek ekibinin yaşama olasılığı olan talihsizliklerin yarışı etkilemesinin önüne geçmek içindi bu hazırlık. Biri akşam olurken ihtiyacım olacak kafa lambası ve rüzgârlığı, diğeri de daha geç saatlere doğru gerek olabilecek yağmurluk ve içliği içeriyordu. Zaten eğer destek ekibi sorun yaşamaz ve benden önce ilgili istasyonlara ulaşırsa kartlarını göstererek bu çantaları alabileceklerdi. Ama onlar kaybolur ya da mekanik bir arıza yüzünden geç kalırlarsa ben bu elzem malzemelerden mahrum kalmayacaktım.

Yarış öncesi akşam yemeğini yine otelde diğer koşucularla yedik. Yemekte bu sene ikinci defa koşacak olan ve Filipinler’den katılan Rolando ve ekibi ile tanıştık. Onlar da Jan gibi daha önce burada bulunmuş olduklarından deneyimlilerdi. Yarıştan ve benim hazırlığımdan konuştuk. Çok arkadaş canlısı bir üçlüydü, onlarla sohbet etmek heyecanımı unutmama yardımcı oldu. Önceki gece iyi uyumuştum; yarıştan hemen önceki geceden daha önemli olduğunu bildiğimden bu konuda içim rahattı. Aslında güzel bir uyku uyumamın nedenlerinden biri de akıllıca bir kararla yanıma kulak tıkaçlarımı almam olmuştu. O gece de alarmı kurup, kulak tıkaçlarını taktım ve hemen uykuya daldım. Saatin çalmasına 10 dakika kalana kadar da güzel bir uyku çektim.

Sabah otelden ayrılma saati 5:50 olarak belirlenmişti. Buna rağmen otel yönetimi 5:30’dan önce kahvaltıyı hazır edemeyeceğini belirtmiş olduğundan biraz gergindim. Yeterince yiyebilecek ve kahvaltı sonrası olası tuvalet ziyareti için zaman ayırabilecek miydim? Neyse ki kahvaltı söylenenden önce hazırdı ve başka bir şey için zamana ihtiyacım olmadı. Tüm hazırlığımı önceki gece yaptığımdan kalkan ilk otobüse bindim. Geri Atina’ya dönüleceğinden orada bırakmak isteyeceğiniz eşyaları otele, Sparta’da ihtiyaç duyacağınız eşyaları içeren çantayı da organizasyona teslim edebiliyorsunuz. Benim destek ekibim ve arabaları olduğundan tüm eşyalarımı çantaya koyup yarış başlamadan önce onlara vermek için yanıma aldım. Otobüste yanımda İsrailli bir koşucu vardı. Çok sayıda Ironman yarışı tamamlamış ancak uzun mesafe koşu olarak sadece 80 ve 100 km yarışları koşmuştu. Bunun bir sorun olabileceği onu endişelendiriyordu. Biraz konuştuk, kim ne kadar deneyimli olursa olsun, ne kadar hazırlık yapmış olursa olsun şu anda herkesin gergin olmasının doğal olduğunu ve belli bir mesafeden sonrasının zaten zihinsel çaba ile gidildiğini söyleyerek onu biraz rahatlatmaya çalıştım. Onunla böyle konuşmak beni de rahatlattı. Sanki tüm bunları ona söylerken biraz da kendimle konuşuyordum.

Spartathlon 2017 start
Akropolis’te günün ağarmasından ve yarışın başlamasından hemen önce

Yarış Başlıyor

Akropolis’e vardığımızda gün henüz ağarmamıştı. Ekibimle buluştuk. Kalabalık içinde birkaç fotoğraf çekmeye ve son konuşmaları yapmaya az vaktimiz kalmıştı. Grubun gerisinde kaldığımızdan önde neler olduğunu duymuyorduk ama bir anda geri sayıma başladıklarını duydum. Gün ağarırken kendimi aylardır -aslında belki de yıllardır- hazırlandığım yarışın ilk metrelerini koşarken buldum. Genelde raporlarda bu bölümdeki zemine dikkat edin, ayağınızı burkmayın diye belirtilir ama ya değişmiş ya da biraz abartılmış olmalı, zemin kare parçalardan oluşan parkların içlerindeki yollar gibiydi. Eski Arnavut kaldırımlarından değil yani. Dolayısıyla dikkat edecek bir durum yok, yarışın ilk metrelerinin keyfini çıkartabilirsiniz.

İlk kilometreler Atina’nın merkezinde koşuluyor. Hafta içi bir gün olduğundan normal bir cuma sabahı şehir merkezi koşuşturmacasına şahit oluyorsunuz. Ama tabii daha çok erken olduğundan asıl karmaşa henüz başlamamış oluyor. İlk 80 kilometrelik bölümün zaman limiti ciddi olduğundan herkes bir miktar acele içinde ilerliyor. Ben çevreden ve tempodan çok o anın benim için önemli olan taraflarına odaklanıyorum. Artık yarış başladı ve birkaç kilometresi geçti bile diyorum, bu demektir ki bitmeye başladı. Bir çocuk düşünün, uzun süredir canı dondurma çekiyor ve sonunda ona istediği dondurmayı alıyorlar. Bir yandan çok mutlu ve dondurmasının keyfini çıkarıyor ama bir yandan da biteceği fikri ile hüzünlü. Bilmem siz böyle şeyler hissettiniz mi küçükken ama ben hissetmiştim ve o anda da benzer bir ruh halindeydim.

37290480030_10d972f484_k

Daha ilk 10 km içinde uzunca bir tırmanış var. Şehirden ayrıldığımızın göstergesi olacak bir tepeyi aşmaya çalışıyoruz. Hızımdan çok hissettiğim zorlanmaya -daha doğrusu hiç zorlanma hissetmeden koşmaya- odaklanıyorum. Ben eğime göre doğal koşma hızımda koştukça birçok insanın beni geçtiğine şahit oluyorum. O kadar çok insan gelip geçiyor ki paniklememek mümkün değil. Acaba çok mu yavaş koşuyorum diye düşünmeden duramıyor insan. Ama sakin kafayla düşününce asıl panikleyenlerin onlar olduğunu görmek çok kolay. Çünkü hem hislerim hem de saat çok mantıklı koştuğumu gösteriyor. O sırada Jan geliyor yanıma. Şaşırıyorum çünkü çok hızlı gideceğini düşünmüştüm. Ona herkesin geçip gittiğinden söz ettiğimde “Bekle, 100 km sonra onların bir kısmı yarışta olmayabilir.” diyor. Bir süre birlikte koşuyoruz. İstasyonların görünüşlerine aşinalık kazanmadığımdan ve hazırlıksız olduğumdan ilk birkaç istasyonu kaçırıyorum. Oysa biraz susuzluk hissediyorum. Neyse ki 3-4 km’de bir istasyon var, üçüncüden sonra daha kolay ve önceden fark etmeye başlıyorum istasyonları.

Yarışın başından beri sol bacağımdaki ve belimdeki sorun kendisini hissettiriyor ama koşmamı engellemiyor. Hatta ısındıkça daha az hissetmeye başlıyorum. Şehrin dış mahallelerinde yol kenarında yoğun trafikle beraber ilerliyoruz. Bir ara Rolando ve birkaç koşucu bana yetişiyor, birlikte koşuyoruz. Rolando, Aykut’un basketbol merakını ve onunla bu konuda konuştuklarını anımsıyor. Biz de biraz basketbol üzerine konuşuyoruz. NBA ve Türk basketbolu üzerine konuştukça kilometreler akıyor. Bir istasyonda kalış süremiz farklı olduğundan ayrılmış bulunuyoruz. Artık yalnızım. Mesafe arttıkça koşucuların arasındaki mesafe arttığından ve şehirden uzaklaştığımızdan artık çok kalabalık yok. Aylardır yalnız başıma koşuyorum ve bu duruma çok aşinayım. Çocukların yol kenarlarında büyük gruplar halinde bekledikleri ve koşuculara çakmak için ellerini uzattıkları bir yere ulaşıyorum. Elimden geldiğince hepsini selamlamaya ve ellerine dokunmaya çalışarak koşuyorum. Hepsi “Jesus, Jesus!” diyerek gülüyorlar. Zayıf, uzun saçlı ve sakallı olduğumdan İsa’ya benzetilmeye alışığım ama burada çocukların şapkayla bile bunu fark etmeleri beni neşelendiriyor.

36715192653_fee98c1549_k

25 ve 35. km civarında fabrikalar veya benzeri tesisler var. Birçok raporda görürsünüz buradaki hava kötü kokuyor diye belirtilir. Durum gerçekten böyle ne yazık ki. Benzeri bir bölge 65. km civarında da var. Hangisi olduğunu şimdi tam anımsamıyorum ama biri diğerlerinden çok daha fena. İnsanın midesi bulanabilir. Neyse ki çok uzun uzadıya devam etmiyor. Bir iki kilometre içinde geçip gidiyorsunuz. Yalnız başıma ilerlerken bir anda ilk maratonu bitirmek üzere olduğumu fark ediyorum. Bu destek ekibini göreceğim ilk istasyon yaklaştı demek. İçimi bir heyecan kaplıyor. Onları yarışın sonraki bölümlerinde daha sık göreceğim ama ilk 80 km uzun süre ayrı kalıyoruz. Megara’ya yani 42.2 km’ye 3:50 civarı varıyorum. Kafamda 4 saatte koşmak vardı ama kendimi 10 dakika için suçlamıyorum çünkü çok rahat koşuyorum. Ne hızlanmak ne de yavaşlamak için çaba sarf ediyorum. Ekip beni görünce seviniyor, çünkü durumum çok iyi. Bunu ben de hissediyorum. Gelir gelmez bir Voltaren yutuyorum, çünkü bel ve bacak hala hissedilir durumda. Masadan birkaç parça cips ve bir bardak kola alıp onlarla kısaca konuştuktan sonra hızla devam ediyorum.

Km 42-80

Spartathlon’u zorlaştıran şeylerden biri gündüz havanın çok sıcak olmasıdır. Kafamda şapka ve boynumda güneş gözlüğü ile güneşe ve sıcağa hazırım ama bugün hava şahane. Sıcaklık süper ve gökyüzü bulutlarla kaplı, hiç güneş yok. Magera’da güneş gözlüğünü Başak’a veriyorum. İstasyondan bir süre sonra bir tırmanış başlıyor. Gökyüzü bana şaka yapıyor ve gözlüğü bıraktıktan 15 dakika sonra güneş açıyor. Tırmanış sırasında buna gülüyorum. Hala kendimi iyi hissediyorum, yürüyenler var ama ben koşmaya devam ediyorum. Bu kadar erken bir noktada yürümek işime gelmiyor ama hata mı yapıyorum diye düşünmeden de edemiyorum. 42. km’de aldığım ağrı kesici sonrası bel ve bacak ile ilgili hiçbir sıkıntı yaşamadım. Yarışın sonuna kadar da rahat ilerledim. Yarışın genelinde yolun solundan koşuluyor ama burada rotanın gelişinden dolayı sağda kalmışız. Birkaç koşucu karşıya geçerken ben de yelteniyorum çünkü yolun ilerisi solda, yukarıda görünüyor. Yanımdaki koşucu “geçme” diye uyarıyor, “Ben buralıyım, yol 600 m sonra sağa ayrılacak.” diyor. Onu dinliyorum ve bir süre sonra gerçekten diğer koşucuların yeniden taraf değiştirmeye çalıştıklarını görüyorum. Tırmanışın sertleştiği bir yerde istasyondan aldığım kuru üzümleri yerken biri Amerikalı aksanıyla “Merhaba Mert, ben Andrei.” diyor. Aykut’la bu isim hakkında konuştuğumuzu, raporlarında okuduğumu anımsıyorum. O da Aykut’tan söz ederek konuşmaya başlıyor. Bir süre beraber koşuyor, sohbet ediyoruz. Andrei 5. kez yarışta, daha önce 4 finişi var, ortak bir arkadaşımız ve hobimiz de olunca sohbet akıp gidiyor.

Spartathlon running dog (102th km)

Bu sırada yanımızda bir köpek beliriyor. Koşan insanlarla beraber ilerlediği aşikâr. Andrei “Bu köpek her sene rotada görülüyor.” diye anlatıyor. Daha sonra köpeğin Atina’dan beri koşucularla ilerlediğini ve 140. kilometreye kadar da gittiğini, bunu neredeyse her sene yaptığını öğreneceğim ama o sırada bunları bilmiyorum. Tırmanış bitip de inişe geçince tempolarımız farklılaştığından Andrei ile ayrılıyoruz. “Nasılsa daha çok karşılaşırız.” diyor, sanki yarışın tümünü önceden görmüş gibi.

Deniz kenarında güzel yollarda yalnız başıma ilerliyorum. Neyse ki güneş çok kısa görünüp yeniden bulutların arkasına girdi. İstasyonlarda genelde cips ve kola tüketiyor, su içiyor ve ayrılırken bir avuç da kuru üzüm alıyorum. Bu şekilde çok rahat koşmaya devam ediyorum. 60 km civarında bir tabelada “La Isla” yazısı gözüme ilişiyor. O an aklıma Madonna’nın “La Isla Bonita” şarkısı takılıyor. Bir türlü kurtulamıyorum şarkıdan, sürekli beynimde dönüp durdukça daha fazla sözünü anımsıyorum. Daha çok anımsadıkça daha çok söylüyorum, döngüye giriyor. Aykut’un da benzer bir hikâyesi vardı bir Queen şarkısıyla diye hatırlayıp gülüyorum. İşin komik tarafı sözlerini bildiğimi bile bilmediğim bir şarkıyı söyleye söyleye Corinth kanalına ulaşıyorum. Kanaldan hemen sonra destek ekibini göreceğim ikinci istasyon var.

80. km’ye 7 saat 45 dakikada ulaşıyorum. Bu aklımdakinden çok hızlı ama endişem yok çünkü hala çok rahat ilerliyorum. Ekip de beni iyi gördüğünü söylüyor. Keyfim yerinde ve mutluyum. Bu istasyonda biraz zaman kaybetmeyi planlamıştım. Üstümdeki kıyafetlerin tümünü, çorap ve ayakkabıyı değiştiriyorum. Bu noktaya kadar Kayano 23’lerle geldim, bundan sonrasında Hoka Clifton 4 giyiyorum. Burada küçük bir paket yoğurt ve bizimkilerin hazırladığı peynirli ve cevizli dürümlerden yiyorum. Aslında bu istasyon artık masalardaki yiyeceklerden bıktığım ve yemekte zorlanmaya başladığım yer. Bundan sonra çok zorluk yaşayacağım bu konuda ama o anda henüz bunun farkında değilim. 10 dakikaya yakın zaman geçirdikten sonra istasyondan ayrılıyorum. O ana kadar neredeyse hiç yürümedim, hala da koşmaya devam ediyorum. Yarış öncesi kafamdaki ilk hedef burasıydı ve bu hedefe iyi durumda ulaşmak beni çok motive ediyor. Bir sonraki hedefim 100. kilometre.

Km 80-123

İstasyondan sonra Andrei’yi yakalıyorum. Yine beraber koşup sohbet etmeye başlıyoruz. Bu noktada girdiğimiz bölge daha çok bağ ve bahçelerden oluşuyor. Ağaçların arasında koşarken işemek için duracağımı söyleyip ondan ayrılıyorum. Tam işimi görürken aslında bunun daha büyük bir tuvalet ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor. O kadar ani ve sorunlu oluyor ki kendime çok iyi bir yer bulamadan çömelmem gerekiyor. Kimsenin beni görmemesini umarken ishal olduğumu fark ediyorum. Bu hiç iyi bir haber değil. Daha yarışın çok başındayız. Motivasyonum bir anda kayboluyor. “Bu kadar iyi giderken bu nereden çıktı diye!” hayıflanıyorum. Toparlanıp yeniden koşmaya başladığımda hayıflanmanın manasızlığını fark edip, çözüme odaklanmaya karar veriyorum. Yanımda ishal ilacı var, ilk istasyonda bir tane alıyorum ve bunun yetmesini umuyorum. 93. km’de destek ekibiyle yeniden karşılaştığımızda hafif can sıkıntımı fark ediyorlar ama onları görüp konuşunca yeniden toparlanıyorum. Çok vakit kaybetmeden devam ediyorum.

Belimde iki spi-belt taşıdım. Birinde telefon, kâğıt mendil ve istasyon listesini, diğerinde de bar ve jel taşıdım. İstasyonlara yaklaşırken Başak’a telefon edip yaklaştığımı haber veriyordum. Hem de bir şey isteyip istemediğimi konuşma fırsatımız oluyordu. 100. kilometreyi aradaki tuvalet molasına rağmen 10 saat 18 dakikada geçmek yeniden moralimi iyice toparlamamamı sağlıyor. Hemen sonrasında da ekibi yeniden görüyorum. Bu istasyonda bana çorba hazırlamışlar, çok iyi geliyor. Çünkü hava çok garip, esmiyorken koşan biri için sıcak ve bunaltıcı, estiğinde ise soğuk oluyor. Üşüdüğüm anların sonrasında çorba çok iyi geliyor. Her ihtimale karşı kafa lambasını bu istasyon için bırakmıştım ama iyi bir zamanda geldiğim için ekipte bırakıyorum, henüz ihtiyacım yok.

WhatsApp Image 2017-10-01 at 09.14.39
100 km’yi henüz geçtikten sonra ekiple birlikte.

Bu istasyonun çıkışında kasabanın çocukları ellerinde defterlerle kaldırımda bekleyip gelen koşuculardan imza istiyor. Ne yapacaklar o imzaları? Aslında çok anlamsız, ama heveslerini kırmamak, hatta onları böyle şeylere motive etmek için hiçbirini es geçmeden hepsine bir şeyler karalıyorum. Bu sık sık durmama neden oluyor ama dert etmiyorum, çok uzun bir yarış bu. Kasabadan çıkınca eğim grafiğine göre tırmanış başlamalı ama ben tırmanışı çok algılamıyorum. Sonradan fark ediyorum ki grafiğin x ekseni çok uzun olduğundan bu tırmanışlar orada sert görünse de aslında çok hafifler. Bu bölümde trafik neredeyse kesiliyor ve yol çok güzel manzaralar eşliğinde ilerliyor. Sakinlik ve sessizlik zihnime iyi geliyor ama hala “La Isla Bonita”dan kurtulabilmiş değilim. Hatta aynı dönemlerden bir de “Nothing Compares 2U” katılıyor yanına. Bir onu bir onu söyleyerek ilerliyorum. Ekibi göreceğim bir sonraki istasyonun hemen öncesinde çok sert bir tırmanış var, yarışın başından beri en uzun yürüyüşümü burada yapıyorum. Artık yorulmaya başladım ve tepe çok dik. Bir süredir de istasyonlarda bir şey tüketemiyorum. Artık masalardaki her şey midemi bulandırıyor, yemek istemiyorum. Başak’a telefon ettiğimde tırmanırken bir jel almamı salık veriyor. Öyle de yapıyorum. 113. km’deki Halkion köyüne varıyorum. Yemek konusundaki sıkıntımdan ekibe bahsediyorum ama onların yapabileceği bir şey yok. Bir de ayrılırken jel almam için zorluyorlar. Bu istasyonda artık kafa lambamı, buff’ı ve rüzgârlığı alıyorum çünkü artık saat 19:10 ve gün bitiyor. Bunların yanı sıra saatimi koşarken şarj etmek için küçük bataryayı ve şarj kablosunu da alıyorum.

Kasabayı arkada bırakıp yine doğaya dalıyoruz. Hava hızla kararıyor. Yanımdan bir kadın koşucu geçiyor, kafasının arkası kazınmış ve oraya bir yüz çizilmiş. Üzerinde garip şekiller olan beyaz bir taytı var. Alacakaranlıkta ürkütücü görünüyor. Japon olduğunu fark ediyorum ve o ülkede enteresan şeyler olduğunu bildiğimden çok üstünde durmuyorum. Yarış sonrası öğrendiğime göre Wakaki Kurumi kafasının arkasına çizdiği yüzlerle ve garip aktiviteleriyle ünlü bir Japon sanatçı. Bu Spartathlonu 3. koşuşu. 

Bu ürkütücü karşılaşmadan 20 dakika kadar sonra, hava iyice kararmışken yeniden bir çiş molası sırasında işin daha büyük olduğu ortaya çıkıyor. Sinirim bozuluyor çünkü elimde batarya ve şarj kablosu varken uğraşmak istemiyorum. Ama vücudumun bunu umursadığı yok. Yine bir yerler bulup işimi hallediyorum. İshal artmış ve devam ediyor. Biliyorum bu konuda yazmak biraz garip ama bunlar ultramaratonların önemli parçası. Mide veya bağırsak sorunları çok yaygın, öte yandan bunlar yarış sırasında herkesin karşılaştığı durumlar ve çözüm üretmek şart. Hoşuna gitmeyenler kusura bakmasın ama sözü edilmesi gereken detaylar. Bir film karakteri gibi hiç bunlarla uğraşmadan bu zorlu mücadeleyi atlatmak mümkün değil. Neyse, demek ki bir ishal ilacı yetmemiş. 4 km sonra ekiple 123. kilometrede yeniden bir araya geldiğimizde Başak iki ishal hapı daha almamı söylüyor, alıyorum. Başak aslında ilk dozu 2, gerekirse sonraki ishallerden sonra 1 doz almam gerektiğini anımsatıyor, ama dert değil artık olan oldu. Bu istasyona daha öncekilere nazaran biraz moralsiz geldim çünkü bağırsak sorununun devam etmesi canımı sıkmıştı. Ancak şunu söylemeliyim, canım ne kadar sıkkın olursa olsun hep pozitif yaklaşımımı korumaya dikkat ettim. Ekiple şakalaşmaya, onlara komik şeylerden söz etmeye dikkat ettim. Onlar da aynı şekilde davranınca yarışta aşırı moralsiz bir anım olmadı hiç. Başak’la daha önce telefonda konuştuğumuzda sorundan söz ettiğimden bu istasyonda bana pirinç pilavı hazırlamışlardı. Önceki gece hazırladıkları haşlanmış patateslerle pilavı yerken bana biraz moral verdiler. Çok iyi gittiğimi ve dışarıdan da çok dinç göründüğümü, güzel ilerlediğimi söylediler. O ana kadar en uzun oturduğum istasyon burası oldu. Ama işe yaradığını söylemeliyim. Yediklerim, oturup dinlenmek ve ekibin motivasyonu toparlanmamı sağladı.

Km 123-Dağ

Ekiple yeniden karşılaşacağımız bir sonraki istasyona bu sefer 16 kilometre vardı ve epeyce iniş ve tırmanış geçecektim. Bu istasyondan iyi çıkmam önemliydi. Öyle de oldu. Yeniden güzel bir tempoda koşmaya başladım. Artık gece iyiden iyiye bastırıyordu. Bu kısımda hava karanlık olduğundan çevrenin nasıl göründüğünü bilmiyorum haliyle. Uzun bir iniş ve uzun bir çıkış ardından yeniden uzayıp giden bir iniş olduğunu anımsıyorum. 140. kilometredeki istasyona gelir gelmez kendimi bir sandalyeye atıp, “Herkes beni geçip gidiyor, çok mu yavaşım?” diye sordum. Ruh halim öyle bir durumda ki o an negatife odaklanıyordum. Bağırsaklarımdaki hareketin devam ettiğini hissediyordum ve bu beni korkutuyordu. Hareketliliği duyunca Başak bir de bağırsak fonksiyonu yavaşlatıcı almamı söyledi. Onu da aldıktan sonra bir daha bağırsaklarımla ilgili bir sorun hissetmedim. Bir süre sonra büyük tırmanışa başlayacaktım. Biraz muz ve patates yemeye çalışıyorum ama ne yersem yiyeyim zorlanıyorum. 15 saattir aynı şeyleri yemekten sıkılmış ve bunalmış durumdayım ama yemem de şart.

Bu noktada çok fazla zaman kaybetmeden ayrıldım, çünkü 100. km’den sonraki hedefim artık dağı aşmak ve Nestani’ye varmaktı. Uzun zamandır bunun için çabalıyordum. Son inişte epey hızlandığımdan epey terlemiştim. Başak yüzümü ve boynumu küçük bir havluyla kuruladıktan sonra havluyu tişörtümün içine, göğsüme ve karnıma doğru soktu, “Biraz orada kalsın, üşüme.” dedi. İstasyondan hızla ayrılırken onu unutmuş olmalıyım, bir süre sonra koşarken içimde bir şey olduğunu fark edip, çıkardım. Havuluyu görünce epey güldüm. Bu istasyondan sonra rota ilk defa toprak yollara sapıyor. Uzunca bir süre toprak yollarda koşuyorum. Bu bölümde hep aynı koşucularla ilerledik. Devamlı birbirimizi geçiyorduk, çünkü bazen ben yürüme molası veriyordum bazen başkaları. Dağa odaklanmış bir şekilde ilerliyorum. Lyrkia köyüne ulaştığımda gece yarısını biraz geciyordu. Ekip kahve veriyor, çok iyi geliyor. Sıcak ve tadı güzel. Çok durmuyorum, ayrılırken bana tırmanışın başladığını bir jel daha almamın iyi olabileceğini söylüyorlar. O kahve ve jel önümdeki zorlu tırmanışta çok işime yarayacak.

Photo 29.09.2017 10 51 36
42.2 km istasyonundan ayrılırken

Bu köyden ayrılıp karanlığa girince zaten yukarıda dağa çıkan yolu ve otoyolun ışıklarını görmek mümkün. Kafayı kaldırıp bakınca sağa ve sola doğru tırmanan kafa lambaları görünüyor. Ama gerçek tırmanış 154. km’deki Kapareli köyüne kadar başlamıyor. Bu köydeki istasyon çok sessiz, etrafta kimsecikler yok. Yine de buradan ayrılırken istasyondaki birkaç kişi koşucuları cesaretlendirmeye çalışıyor. Önümde koşucu yok, yolu bulmakta zorlanıyorum. Bunun nedeni çok karanlık olması. Yolu bulduğumda yürüyerek tırmanmaya başlıyorum. Yukarı bakmak faydasız, tek yapılması gereken önündeki adıma odaklanıp ilerlemek. Ekibi bir sonraki istasyon olan Mountain Base’de göreceğim. Bu ismin yanıltıcı bir yanı var. Base deyince insan dağın dibi, altı olarak düşünüyor oysa önümdeki devasa tırmanışın en üst noktası bu istasyon. Kastedilen şey buranın dağ istasyonu olduğu (base; karargah, üs anlamına da geliyor çünkü).

Yarış boyunca yürüken çok yayılmamaya, yavaşlamamaya özen gösterdim. Tempolu bir ritimle yürümeye çalıştım. Burada da aynı şeyi yapıyorum ama çok dik ve uzun. Yukarıya çıktıkça yağmur başlıyor. Önce çiseliyor, sonra hafiften yağmaya başlıyor ama gittikçe sertleşiyor. Tepede görünen otoyolun ışıkları yanıltıcı, burası tırmanışın sonu gibi görünüyor ama değil. Orayı geçip devam etmek gerekiyor. Otoyoldan bir süre sonra istasyona varıyorum. Bu tırmanış ve tabii önceki 160 km beni epey yormuş. Hava da pek affedici değil. Soğuk rüzgar ve yağmur var. Başak ve Can ya yorulmuşlar ya da buraya gelenlerin ve havanın durumundan biraz etkilenmişler. Tabii ben de. Burada bana zorla biraz patates, biraz muz yediriyorlar. Yine kahve veriyorlar ve bir jel yediriyorlar. Masaj koltukları boş, masörler davet ediyorlar ama bu noktada bir yere uzanırsam kalkamayabilirim, odaklanmışken şu ünlü dağı aşmalı. Kalkıp gitmek istiyorum ama ekip üstümü değiştirmeye zorluyor beni. Önce direniyorum ama sonra uzun kollu bir içlik ve yağmurluk giymeye ve eldivenimi almaya ikna oluyorum. Beş dakika sonra sıkı giyinmem konusunda ısrar ettikleri için onlara minnettar olacağımın farkında değilim. Kalkıp dağa yöneliyorum.

Dağ-Nestani

IMG_9475
Dağa çıkmak üzere ayaklanırken

Toprak yola girerken numaramı alıyorlar, organizasyon için dağda kim var, kim indi bilmek önemli. Tırmanmaya başlar başlamaz afallıyorum. Çok dik ve zemin çok bozuk. İnanılmaz yavaş ilerliyorum. Çevrede kimse yok, rüzgara rağmen sis var ve yağmur yağıyor. İçimden şöyle diyorum “Burada değil Pan’ı, insan her şeyi görebilir”. Çok fazla sayıda ışıkla ve şeritle yol belirlenmiş ama zemin ve hava o kadar kötü ki bir iki metre önümü görmekte zorlanıyorum. Bir süre sonra bir klasik müzik sesi duyuyorum. “Tamam, hayaller başladı!” diye geçiyor içimden. Oysa destek için bekleyen dağcılar cep telefonlarından müzik dinliyorlar. Onlara hava o kadar kötü gelmiyor demek ki. Zaten hava bu tarafta o kadar kötü değilmiş, az sonra tepeye varınca anlıyorum. İnişe geçtiğimde rüzgarın şiddeti coşuyor. İniş zikzaklar şeklinde ve bu zikzakların bir yönünde rüzgar ve dolayısıyla yağmur karşıdan geliyor, diğer yönde rahatlıyorum. Ama eğim o kadar sert ve zemin o kadar kaygan ki hızlanmak mümkün görünmüyor. Bu inişte bazılarının nasıl seke seke indiğine şaşkınlık içinde bakakalıyorum. Öte yandan benden daha temkinli ve yavaş inenler olduğunu da görüyorum. 7-8 zikzak sonrası birkaç koşucu ile birlikte Sagas köyüne ulaşıyorum. Asfalta ulaşmak rahatlatıcı, zemin düzeliyor. Bir süre sonra da hava biraz düzelmeye başlıyor. Gecenin sonlarında Nestani’ye doğru koşmaya başlıyorum. Uzun süre sonra koşmak çok iyi geliyor. Saat tam 5’te Nestani’deyim.

Bu istasyonda bizimkilerden önce beni bir görevli yakalıyor. Hemen bir yere oturtup sırtıma bir battaniye koyuyor ve alternatifleri sayarak ne yemek istediğimi öğreniyor. Birkaç saniye içinde battaniyenin altında ısnmaya ve elimdeki peynirli makarnayı yemeye başlıyorum. Bu görevli gerçekten çok başarılıydı. Nasıl bir cehennemden geldiğimizi iyi biliyor olmalı diye düşündüm. Bizimkiler de bana kahve veriyorlar. 22 saat aynı şeylere maruz kaldıktan sonra makarna nefis geliyor. Isınmak ve oturmak bir şekilde uykumu getiriyor. Uyumak istemediğimden hemen ayaklanıyorum. İlerlemek istiyorum. İstasyondan çıkarken merdivenlerde sendeleyince yarı uyur durumda olduğum belli oluyor ama yapacak bir şey yok, açılmayı umarak ayrılıyorum.

IMG_1078
Makarna budur

Nestani-Sparta 

Uyanmak için koşmaya başlıyorum ama yorgunluk bastırınca yürümeye geçmeye karar veriyorum. Tam yürüme adımlarına geçerken yine Andrei’nin sesini duyuyorum, yanımdan koşarak geçiyor. Bu benim için çok güzel bir fırsat. Hemen onun hızında koşmaya ve onunla konuşmaya başlıyorum. Sanırım bu birliktelik ikimize de iyi geliyor, uzun bir süre güzel bir tempoda koşarak sohbet ediyoruz. Ama bir saat sonra gariplikler başlıyor. Koşarken uyukladığımı fark ediyorum. Bir anda sağa doğru kayıyorum. Durumdan Andrei’ye bahsedecekken onun da aynı durumda olduğunu görüyorum. Kısa bir tuvalet molasından sonra onun arkasından koşarken nasıl ara ara yola doğru istemsizce kaydığını fark ediyorum. İnsanın koşarken uyuyabileceğini hiç düşünmemiştim. Ama daha da kötüsü yürürken tamamen dalınabiliyormuş. Öne doğru düşecekken uyanıyorum birkaç kez. Andrei ile daha çok konuşmaya çalışıyorum, artık konu seçmeden sürekli konuşuyoruz.

Hava aydınlanırken ileride 50-60 cm’lik bir duvarın üzerinde kırmızı tişörlü bir adamın koşanları izlediğini görüyorum. “Vay be!” diyorum, “Sabahın köründe adam çıkmış yarışı izliyor”, hayran oluyorum. Kırmızı tişörtünün üzerinde beyaz bir yazı var, okumaya çalışıyorum. Adamı Andrei’ye gösterip hayranlığımdan söz edecekken bir süredir bakmakta olduğum şeyin girilmez tabelası olduğunu fark ediyorum. Bir an ürperiyorum, işte bahsedilen halüsinasyonlar. O kadar gerçek ki. Andrei ile bir nedenle ayrılıyoruz. Birkaç defa yolda ayaklarımın dibinden yılan geçiyor. Ya da geçmiyor bu bir ışık oyunu ama bana çok gerçek görünüyorlar, korkup zıplıyorum. Uyku ve bu gariplikler beni epey ürkütüyor, bir sonraki istasyonda kısa da olsa kestirmeye karar veriyorum.

IMG_9261
186. km’de uyumaya çabalarken

Saat 7’de Tripoli yakınlarındaki 186. km istasyonuna varıyorum. Hava artık aydınlanmış. Ekibe uyumak istediğimi söylüyorum. Üstümdekileri değiştirip kuru bir şeyler giyindikten sonra bir banka uzanıyorum. Üstüme ne varsa örtüyorlar. 10 dakika kadar uyumaya çalışıyorum. Ben uzanırken Can da saati yeniden şarj ediyor. Uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum ama kalkıp, “Uyuyamıyorum, devam edeceğim.” diyorum. Burada yine biraz kahve ve patates tüketiyorum. İstasyondan çıkınca yine uyku bastırmasın ve güzelce ilerleyeyim diye 100 m yürü, 400 m koş ritmine geçiyorum. Böylece sürekli saate odaklanıyor, değişen ritimlerle uyanık kalıyorum. Hem de epey hızlı ilerliyorum. Her iki döngü bir kilometre demek, hoop bir sonraki istasyona ulaşıyorum. O kadar hızlı geliyorum ki ekip hazırlıksız yakalanıyor. Ben de zaten durmak niyetinde değilim, birkaç dilim elma yiyip aynı döngü ile koşmaya devam ediyorum. Bu bölümde ne önümde ne de arkamda koşucu var. Yerde de epeydir işaret görmüyorum. Kaybolduğumdan emin olmak üzereyken yanımdan bir hakem arabası geçiyor. Durup her şey yolunda mı öğrenmek istiyorlar, ben de doğru yolda olup olmadığımı onlara soruyorum, onaylıyorlar.

Birkaç kilometre sonra 200. kilometreyi geçerken acayip mutlu oluyorum. Çünkü o sırada tırmanıyorum ve kendimi berbat hissetmiyorum. Bu çok iyi haber. 46 kilometre kalmış durumda ve benim kullanabileceğim 9 saat 20 dakikam var. Çok acayip bir şey olmazsa bitirebileceğimi düşünmek hoşuma gidiyor. Yalnız tırmanış çok uzun. Yarış öncesi brifingde geçmiş senelerdeki raporlarda olmayan yeni bir istasyonda daha destek ekiplerine izin vereceklerini açıklamışlardı. Normalde 195 ve 212 arasında böyle bir yer yoktu ama 206. km’deki 60 numaralı cp de destek ekiplerine açık hale gelmişti. Buraya yaklaşırken tırmanışın enerjimi tüketmeye başladığını hissedip Başak’a telefon ediyorum ve bulgur pilavı istiyorum. İznik’te çok işime yaramıştı, aynı şeyi umuyorum. Başak önce yetiştiremeyebiliriz, sonraki istasyona yapalım diyor ama benim çok yavaş ilerlediğimi görmüyor. Bunu ben de ona söylemeyi unutuyorum. Neyse ki ihtiyacım olduğunun farkında oldukları için belki yetiştiririz diyerek yapmışlar. Oraya varır varmaz yumuluyorum pilav ve yoğurda. Biraz da kola içiyorum. Pilavı yerken İstanbul doğumlu Nakis ile tanışıyoruz. Yarış görevlilerinden biri olduğunu ve parkurda gidip geldiğini söylüyor. Çok güzel konuştuğu Türkçesi ile Aykut’tan ve güzel sonuçlarını anımsadığından bahsediyor. Ben onun kadar deneyimli olmadığımı belki de bitiremeyebileceğimi, bu kadar uzun koşularda acemi olduğumu söylüyorum. Saatine bakıyor ve çok iyi gittiğimi bana hatırlatıyor. Kalkıp koşmaya başlarken ekip bir sonraki istasyona ne istediğimi soruyor, “Dondurma!” diyorum. Soğuk ve şekerli bir şeyler istiyor canım. Zaten 6 km sonra yine görüşüyoruz. Başak ortalarda yok. Can bir tuzlu jeli açıp bana veriyor, “Sık abi ağzına!” diyor. Dediğini yapıyorum. Tam istasyondan ayrılırken Başak bir binadan koşarak geliyor. Elinde buz gibi bir meyve suyu var. “Dondurma bulamadım ama en yakın şey bu!” diyip veriyor. Koşarken içiyorum, gerçekten de çok iyi geliyor.

IMG_9272
Uyuyamadıysan Sparta’ya doğru koş. İkinci günün sabahı.

Son yarım saatte tükettiklerimin enerjiye dönüştüğünü hissetmeye başlıyorum. Yol yavaş yavaş inmeye başlayınca ben de koşmaya başlıyorum. Bu bölümde gerçekten kendimi bile şaşırtacak kadar iyi koştum. Kaç kişinin yanından hızla geçtim, kaç koşucu bana şaşkınlıkla baktı anımsamıyorum. 206-223. kilometreler arasında uçuyorum resmen. Bacaklarımın haline rağmen nasıl yokuş aşağı koşabildiğimi düşüne düşüne koşuyorum. Quadlarım yanıyor, kaslar çığlık çığlığa, ama ben koşuyorum. Koştukça acıyor, acıdıkça koşuyorum. Tabii böyle yazınca 4’lü pace’ler gelmesin akla, muhtemelen 6’lı, 7’li pace’lerdeyim ama çok iyi geliyor. 223.km’de ekiple moralimiz yine çok iyi. Onlar da güzel ilerlediğimin farkındalar. Kalan kısmın başında uzun bir tırmanış var ama gerisi iniş. Burada çok bir şey yemeden hızla geçiyorum. 100 metre sonra aklıma saatin pili geliyor, geri istasyona koşuyorum. Can’dan şarj aletini alıp yeniden yola koyuluyorum. Birkaç kilometre yüksek tempoda yürüyerek son tırmanışı da aradan çıkarıyorum. Bu bölümde çok insan yürüyor ama ben ritmi yüksek tutmaya özen gösteriyorum. Son 3-5 istasyondur büyük bir kalabalık bir koşucuya tezahürat ediyor. Her istasyona ondan önce gidip alkışlayıp yüreklendiriyorlar. O da benimle benzer hızda ilerlediğinden aynı kalabalıktan ben de faydalanıyorum motivasyon anlamında. Sonradan öğreneceğim, bu koşucu Spartalı Nikos. Son tırmanış bittiğinde tüm bu kalabalık beni de tebrik ediyor, bitirdim diye. Oysa daha 20 km var.

Bu arada ikinci gün ilk günden farklı olarak hava açık. Güneş altında ilerliyoruz. İlk güne bu konuda çok hazırlıklı başlayıp hiç güneş görmeyince dikkatimiz dağılmış olsa gerek aklıma hiç şapka, gözlük veya güneş kremi gelmiyor. Destek ekibi de bunu atlıyor. Farkında değilim ama fena yanıyorum. Bir ara otoyolun yanında çok saçma bir yerde durmuş, kenardaki demirlere dirseklerini dayamış, gelip geçen koşucuları izleyen bir genç kız görüyorum. Bu sıcakta koşanlara destek olmaya, yarışı izlemeye gelmiş olması takdire değer. Yaklaşınca teşekkür etmeyi planlayarak koşuyorum. Yaklaştıkça bir kız olmadığını, yol kenarındaki sunaklardan biri olduğunu fark ediyorum. Basit bir göz yanılması diyebilirsiniz ama uzunca bir süre insan gibi hareketlerini takip ettiğimden çok eminim. Demek ki bu yanılgılar geceye özgü değil.

Tabii her enerjinin bir sonu var. Ekiple karşılaşacağımız son istasyon olan 236. km’ye yeniden yavaşlamış bir şekilde geliyorum. Ama bundan sonra bunun hiçbir önemi yok. Yuvarlansam bile bitecek artık. Ekibin zoruyla bir şeyler atıştırıyorum. Yine bana zorla bir jel yediriyorlar. Üstümü değiştirip kuru ve temiz bir tişört giyiyorum, finişte düzgün görünmeliyim. Bu noktadan sonra hem enerjim düşük hem de artık çok yorgunum. Yine de koşabildiğim anlarda koşmaya çabalıyorum. Son kilometrelerde epey insanı geçmiş olmalıyım. İniş bittiğinde Sparta’ya giriyorum. Onca zamandır ormanların arasında koştuktan sonra Sparta’nın içi biraz farklı geliyor. Şehir sokakları, trafik ve gürültü. Ne olursa olsun ulaşmaya çalıştığım yer, çok mutluyum. Yerde artık işaretler yok, bir ara nereye gideceğimi şaşırıyorum. Böyle durumlarda olduğun yolu takip etmek doğru seçim. Bir süre sonra şehir merkezine varıyorum.

Bu arada hala yürüyenlerin yanından jog temposunda geçiyorum. Bir noktada sabırsızlanmaya başlıyorum. Bir cadde bitiyor, dönüp başka bir caddede koşuyoruz. Sabırsızlandığımı fark ettiğimde kendi kendimi “Şu anın keyfini çıkarsana, tosbağa!” diye uyarıyorum. O andan sonra da öyle yapıyorum, her adımın keyfini çıkara çıkara ilerliyorum. Son dönüşten sonra ileride heykeli ve bayrakları gördüğüm an bir tezahürat kopuyor. O 500 metre gerçekten çok güzel. Orada, o heykele doğru koşmanın hissi tarif edilemez. Caddenin başında numaranız heykeldeki ekibe bildiriliyor. Onlar da anons etmeye hazırlanıyorlar. Bu caddede koşucular bazen eşlerini çocuklarını, bazen de buradaki yerli çocukları yanlarına alıp, yavaş yavaş ilerleyerek kutlama yaparak devam ediyorlar. Benim önümde giden Fransız da aynı şekilde yavaş yavaş yürüyerek ilerliyor. Bense hala koşuyorum. Kostis, Fransızın adını anons ediyor, çünkü o benden önce geldi. Ne yapmam gerektiğini kestiremiyorum. Durup onun kutlamalarını bitirmesini beklemeli miyim, yoksa koşarak heykele ulaşıp bu iş bitirmeli miyim? Bir anlık duraksamadan sonra saygısızlık olarak algılanmayacağını umarak hızla yanından geçip heykele doğru ilerliyorum. Kostis, önce bir an şaşırıyor ama sonra hemen durumu toparlayıp ülkemi ve adımı anons ediyor. Sonrası yazının başındaki gibi devam ediyor.

IMG_7362
Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman

Hemen sonra tüm koşucuları aldıkları sağlık kontrol noktasına götürülüyorum. Yine kalbimi ve damarlarımı kontrol ediyorlar. O sırada iki genç kadın ayakkabılarımı ve ayaklarımdaki bandajları çıkarıp, ayağımdaki yaralara bakıyorlar. Bandajlar onları çok zorluyor, acıtmadan, sakince ilkyardım yapmaya çalışıyorlar ama ben onları 36 saat için çok sağlam yapmışım. Birkaç dakika uzanmak yine beni buraya gelmek için harcadığım çabayı ve son iki gündür göstermeye çalıştığım iradeyi düşünmeye sevk ediyor. Yine duygusallaşıyorum. Can ve Cansu da aynı durumda görünüyorlar. Yine “Kalbiniz çok iyi durumda.” yorumları alarak sağlık kontrol noktasından ayrılıyorum. Hemen finiş yanındaki cafede boş yer bulup içeri oturuyoruz. Ben masaya kollarımı, kollarıma da başımı dayayıp 5-6 dakika kadar uyuyorum. Dışarıda anonslar, tezahüratlar var ama yorgunluk 10 tonluk kaya gibi bedenime bindiğinden uyumakta zorlanmıyorum. Uyandığımda Cansu’nun garsona İngilizce bir şeyler sorduğunu, onun da yine İngilizce cevap verdiğini duyunca çok şaşırıyorum. “Neden İngilizce konuştunuz ki?” diye soruyorum. Çünkü kendimi Türkiye’de sanıyorum o anda. Kafam tamamen gitmiş. Önce şaka yaptığımı sanıyorlar ama ben biraz endişeleniyorum. Bir şeyler yiyoruz ama hiç tat alamıyorum. Gürültü, kalabalık ve yorgunluk nedeniyle kafamı toparlayamıyorum. Dışarıda finişe gelenleri beklemek sonuna kadar izlemek istiyordum ama fark ediyorum ki o kadar iyi değilim. Gitmeye karar veriyoruz.

IMG_7376
Yarış biter bitmez sağlık kontrolü

Sparta’nın 4-5 km dışında Mystras kasabasında tuttuğumuz otele geçiyoruz. Bir duş aldıktan sonra anında uyuyorum ve ancak ertesi sabah uyanabiliyorum. 33 saat koşturup, üstüne 12 saat uyuyunca tüm vücut şişmiş ve katılaşmış olarak uyanıyor insan. Biraz yürümek ve bir şeyler yemek için çıkıyoruz. Mystras şahane bir kasaba; sessiz, sakin, küçük ve doğa ile iç içe. Yakında yükselen dağlar ve üzerlerindeki ormanlar nefis manzaralar sunuyor. Orayı o kadar sevdim ki sadece tatil yapıp kafa dinlemek için gitmeyi düşünebilirim.

Pazar günü öğleden sonra Sparta belediye başkanı Sparta’da bir yemek düzenliyor. Bu yemeğe herkes katılabiliyor. Tüm koşucular ve destek ekipleri ile birlikte yemek yeniyor. Ne yazık ki etsiz bir seçenek yok, Başak’la salataya talim ediyoruz. Sparta’nın zeytinleri ve zeytinyağı ünlü. Salatada bunun keyfini çıkarıyoruz. Ayrılırken başkanın hediyesi, zeytin, zeytin ezmesi, zeytinyağı, nar ve kurutulmuş ekmekten oluşan hediye paketimi alıyoruz. Neredeyse koşarak geldiğim yoldan arabayla Atina’ya dönüyoruz. Yol boyu, “Şurası orası değil mi?”, “Bak şurada şöyle oldu…” hikayeleri anlatılıyor. Ama en çarpıcı an dağdan indiğimiz yeri uzaktan gördüğümüz an oluyor. Gece karanlığında ve yolun üzerindeyken zaten zorlayıcıydı ama uzaktan görmek daha da etkileyici oluyor.

Pazartesi akşam koşucular dışında sadece önceden biletleri alınmış kayıtlı destek ekibi üyelerinin katılabildiği gala yemeğine gidiyoruz. Bu yemek ve etkinlikler koşucuların tanışması ve kaynaşması için çok işe yarıyor. Yemek başlamadan önce bitiren herkes sahneye davet edilip madalya ve sertifikası veriliyor. Bu sene hava çok iyi gittiğinden bitiren sayısı rekor seviyede. Organizasyon bile bu kadarını beklemediğinden hazırlanan madalyalar yetmemiş, Yunan koşucuların bazılarına sonradan verileceğini öğreniyoruz madalyaların. Sayı bu kadar çok olunca yemek çok geç saatlere sarkıyor. Mekan ve yemekler çok güzel. Bir süre keyfini çıkarıp kalacağımız yere dönüyoruz. Uzun bir rüyanın sonu da böylece geliyor.

IMG_9439
Önemli istasyonların saatleri. Üstteki Spartalı kaskını bir mağazadan aldım.

Genel bakış

Bir yarışın bitiş noktası ne kadar uzaktaysa o bitişin verdiği motivasyonun koşana ulaşması o kadar zor olur gibi geliyor bana. Bunu ses veya bir çeşit gaz gibi düşünün. 5, 10 km yarışlarında bitiş o kadar yakın ki motivasyonu çok net hissediliyor. Maraton öyle değil mesela, bitişi hissedebilmek için yarı noktayı geçmem gerekmiştir hep. Spartathlon’da bitişin motivasyonu çok uzaklarda, hissetmem için 200 km koşmak gerekti. Bu nedenle kendime ara noktalar belirledim. Çok uzun bir süre istasyon tabelalarına bakmadım bile. Hangi kontrol noktasındayız, bir sonrakine ya da Sparta’ya ne kadar kalmış görmek istemedim. İlk önce kafamda Corinth kanalı vardı, sonra dağa odaklandım en sonda da Nestani’ye. Nestani’den sonra ilk düşüncem 200 km noktası oldu, çünkü oradan bitişin kokusunu alabilecektim.

Yarış öncesi kendime aşağıdaki grafiği hazırladım. Hem eğimleri hem de önemli istasyonları içeriyor. Her önemli kontrol noktası için 31 saat ve 35 saat zamanları planladım. Aynısını günün saatini gösterecek şekilde ekibe de hazırladım. Bunun için İngiliz Spartathlon Takımı’nın sayfasında çok güzel bir elektronik tablo var. Belirlediğim bu aralıklarda kalmak benim için yeteliydi. Özellikle son 70-80 km’de çok işime yaradı bu grafik.

chrome_2017-10-08_16-40-57

Mide problemi hiç yaşamadım. Belki bunda havanın ilk gün çok iyi gitmesinin payı büyüktür. Ama yeme-içme sorunum çok oldu. Yarışın büyük kısmında yemek istemedim, hep kendimi zorlamam ya da ekibin beni ittirmesi gerekti. Bunun olacağını tahmin ettiğimizden güzel hazırlanmıştık; sebze çorbası, pirinç ve bulgur pilavı, patates ve kahve gibi şeyleri pişirmek üzere ocak ve tüp taşıdılar. Beni yeterli derecede zorlayarak sürekli enerji almamı sağlamayı başardılar. Ancak bağırsak problemim oldu. Onu da ilaçlarla çok hızlı çözdüğümüzü düşünüyorum. Paniklemeyip doğru önlemleri almak önemli.

Yarış boyunca sıvı ve elektrolit dengesini çok iyi yönetebildim. Sadece ikinci gün bir ara ellerim hafiften şişmeye başladığında uzun zamandır tuz almadığımı fark edip masalardan daha çok isotonik içecek tüketmeye çalıştım. Doğru aralıklarla, sık sık işememe rağmen yarışın 1/3’ünden sonra idrarımın rengi koyulaştı. Yarış boyunca ve sonrasında 24 saat böyle kaldı. Finişteki kontrolde doktorlara danıştık, normal olduğunu, böbreklerin aşırı çalışmasından kaynaklandığını söylediler. 

Processed with VSCO with b5 preset

Tüm yarışı koşmak benim gibi fanilerin yapabileceği bir şey değil. Bunun bilincinde olmak ama öte yandan sürekli hareket halinde kalmaya, yürürken de tempolu yürümeye özen göstermek gerek. Yarış sırasında sürekli bunu kendime hatırlattım. Yürürken hep önümdeki ile aramdaki mesafenin azalmasını sağlama oyunu oynadım. Yürü-koş şablonları denedim. Bunlar hem ilerlememe hem de uyanık kalmama çok yardımcı oldu.

Halüsinasyon konusuna gelince: Zaten beyin gözün gördüklerini sürekli bir şekilde yorumlamaya çalışır. Sağlıklı, dinlenik ve uykusunu almış bir insanın beyni normal ışık altında gerçeğe çok yakın yorumlar ortaya koyar. Bu değişkenler negatif hale geldiğinde, yani yorgun, beyni oksijen ve besinle az beslenmiş, uykusuz bir bireyin beyni ise, alacakaranlıkta, sürekli yineleyen bir hareket sırasında çok beklenmedik ve gerçekten uzak yorumlar yapabilir. Ultramaratonlarda yaşanan bu tip sanrı durumlarının bilimsel nedeni budur. Benim başıma gelen de tamamen bundan ibaret. Şimdi sıcak ve rahat koltuğumda otururken bunları düşünebiliyorum ama sabaha karşı uyuklar vaziyette koşarken hissetmek çok enteresan bir duyguydu.

Bence en önemlisi morali hep yüksek tutmak. Böylesi uzun aktiviteler sırasında kötü ruh haline kapılmak ardından da girdap gibi dibe çekilmek çok olası. Bundan uzak durmanın yolu da sürekli gülmeye çalışmak. Bunun için ekibin de desteği şart. Olumsuz hiçbir şeye odaklanmadan sadece işinizi yapmak verilebilecek en önemli ipucu bence.  

Sonuçlar

Bu yıl havanın çok iyi olmasından dolayı sonuçlar çok şaşırtıcı oldu. Bu yılın birincisi gelmiş geçmiş en iyi 5. zamanı yaptı. Ondan iyi 4 zaman Kouros’a ait. Birinci Aleksandr Sorokin, Kouros’un en kötü 4. zamanına 7 dakika yaklaştı. Bu yılın ilk 4 ismi 24 saatten hızlı geldiler. İkinci olan Radek Brunner’in zamanı gelmiş geçmiş en iyi 8. zaman. Bu yıl kadınlarda rekor geldi. Daha önce en iyi zaman Katalin Nagy’e aitti (25:06); bu yılın birincisi Polonyalı Patrycja Bereznowska 24:48’de bitirdi. Öte yandan bitirme oranı %70 civarında oldu ki bu daha önce olmuş bir şey değil. Organizasyondan kişilerin söylediğine göre havanın daha önce de böyle güzel olduğu yıllar olmuş, demek ki ultra mesafelerde gelişme devam ediyor.

IMG_7443
Yarışı 20. kez bitiren Andras Low ile birlikte

Yarışı daha önce 20 kez bitiren Hubert Karl ve 19 kez bitiren Andras Low, bu yıl da yarıştalardı. Ne yazık ki Hubert Karl bir sakatlık nedeniyle çok iyi hazırlanamamış, bir kontrol noktasında yarışı bırakmak durumunda kaldı. Andras yarışı tamamladı; artık ikisi de yirmişer kez Spartathlon bitiren insanlar. Ayrıca Andras 2000’den bu yana 18 yıldır aralıksız bitiren tek insan.

Son olarak

Birçok koşucu için olduğu gibi bu yarış benim için de çok özeldi. Görmeden, yaşamadan böyle hissediyordum. Artık daha da özel bir yeri var içimde. Daha önce bu yoldan geçenler ve bu yıl yarışta yer alanlarla özel bir bağım olduğuna inanıyorum. İnsanın bazen kendini kaybettiği, bazen de fazlasını bulduğu bir süreç.

IMG_7398-Edit
İyi bir ekiple bitmeyecek yarış yok

Yarışın strava kaydı
2017 tüm sonuçları

Bu senenin videosu


“Spartathlon 2017” hakkında 25 yorum var

  1. Gönülden tebrik ederim. Hem sporculuğunu hem duygularını ifade becerini kutluyorum

  2. Tebrikler. Gurur verici. Harika bir başarı, harika bir yarış raporu. Okurken bir çok noktada birlikte koşuyoruz gibi hissettim.

  3. Muhteşem bir yazı, muhteşem bir koşu, sonuna kadar okudum, ilerde o yarışta koşma hayali olan benim gibi koşuculara ilham oldun abi, çok teşekkürler.

  4. Okurken yaşadım o anları sanki. Tabi aynı seyleri hissetmem imkansız ama kendi çapımda iste. Tebrikler

  5. Tebrik ederim, zor bir yarış olduğu her cümlede anlaşılıyor, ben okurken yanında koştum ara ara ve cidden hayal etmesi bile zor. Kırmızılı adama çok güldüm. Köpek yarışı bitirdi mi merak ettim. Nice keyifli koşulara.

  6. Abi tebrikler, kendimi Trek Tv’de ultramaratoncuları izler gibi hissettim yazınızı okurken. İyi ki de bu kadar detaylı anlatmışsınız yarışı. Eminim Strava’dan sizi takip edenler, bu sonucun aylardır yaptığınız çalışmaların bir toplamından ibaret olduğunu kolayca fark edeceklerdir. Bir kez daha büyük başarıların doğru zamanda ve kararlılıkla atılmış küçük adımlarla kazanıldığını göstermiş oldunuz bize. Yarış sırasında ekibiniz ve özellikle eşinizle olan uyumunuz harika. İnsanlara koştuğunuz mesafeyi söylediğimde bir anda mavi ekran çıkıyor sanki zihinlerinde:)

  7. Tebrik ederim mert kardeşim hayranlıkla okudum ve sanki o anlar senin yanındaymışcasına heyecanlandım teşekkür ederim

  8. paylaştığınız Blue Runner videosunun 3-4 kez tekrarlatarak o eşşiz müzik eşliğinde yazınızı doya doya okudum inanın finalde benimde gözlerim doldu TEBRİKLER TEBRİKLER

  9. Sevgili Mert, tebrik ederim. Azmin ve kararlılığın takdire şayan ve ilham verici. Umarım birgün bize de kısmet olur. Sevgiyle

  10. alkışlar.. geçen sene aykut a destek verirken geçtiğimiz yol tek tek gözümğn önüne geldi, ayağına sağlık.. hakkaten çılgınlık örneği bu iş; sadece kahramanlar için 🙂

  11. Mert, uzun süredir okurken çok sıkılıyorum ve bu yüzden okuduğumu yarım bırakıyorum. Ama hikayeni bir solukta okudum, bir sürü yeni şey öğrendim. Ruhsal olarak yanında hissettim kendimi. Kararlılığına ve gücüne hayran oldum; saygı duydum. Seni ve destek ekibini gönülden kutluyorum. Sevgiler.

  12. Çok çok tebrikler. Mükemmel bir koşu, mükemmel bir yazı. Hiç sıkılmadan sonuna kadar okudum. Karar vermek, çok çalışmak, inanmak ve başarmak…

  13. Ne kadar kutlasak az olur. Sanırım”zihin koşar ,beden takip eder”,den çok fazlası idi.Şu duygusallık konusu ,çok ilginç,42 km sonra bende ağlamaklı olmuştum.Ama bu çok özel bir durum. Bu anlamda şansını yaratmış çok şanslı kişilerden birisi olmanın keyfini yaşamak sizin hakkınız.Bundan sonra da başarılar diliyor,hayal eden diğer arkadaşlarımızın hayallerinin gerçek omasını diliyorum…

  14. Geri bildirim: Nereye kayboldum? | Ritim
  15. Tebrikler, söylenecek pek bir şey yok, göz yaşları içinde bazen de kahkahalar atarak okudum..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir