İznik Ultra 140K Yarış Raporu

İznik Ultra 140K Yarış Raporu

18118649_1265465416904390_1232878990870816502_n
Fotoğraf: Aykut Üstündağ

Rota hazırlıklarına küçük de olsa katkı sağladığım, fikir alışverişlerinde paydaş olarak gelişimini izlediğim, ancak ilk yılında hazırlanmama karşın koşuyla ilgisiz nedenlerle katılamadığım İznik Ultra’da, 2013 ve 2015’te Orhangazi Ultra (80K), 2014’te ise İznik Dağ Maratonu (40K) parkurlarında koşma fırsatı yakalamıştım. 2016 yılında ise gönüllü olarak Örnekköy ve Süleymaniye kontrol noktalarında eşim Başak ve arkadaşım Serdar ile elimizden geldiğince koşanlara destek olmaya çalışmıştık. Bu etkinlikle/yarışla oldukça yakından ilişkili olduğum söylenebilir. Ancak bir türlü, etkinliğin ana fikri olan, İznik Gölü’nün çevresini patikalardan baştan sona dönmek konusuna yaklaşamamıştım. Sonunda bu yıl 22 Nisan günü bunu yapabildiğim için artık çok mutluyum. Uzun bekleyişten sonra gerçekleştiği için bu iş nasıl oldu anlatmak istedim.
 

Bu yıl İznik Ultra’da koşma planım yoktu. Bunun farklı nedenleri var aslında. Öncelikle, zaten 2017 için adam akıllı bir plan yapamamıştım. Aklımda sadece İznik Ultra ile aynı tarihte koşulacak olan Hamburg Maratonu vardı. Kış aylarında Runatolia’da hızlı bir yarı maraton için hazırlanacak ardından da Hamburg’a gidecektim. Sonra ne yapacağım konusunu kafamda bir türlü netleştiremiyordum. Bu yıl saatlerde yaşanan değişiklik ve sert geçen hava koşulları nedeniyle kış aylarında planladığım gibi antrenman yapamadım. İşlerin yolunda gitmediği, Antalya’da çok iyi bir sonuç alamadığımda ortaya çıktı. Hem bu sonucun motivasyon kırıcı olması hem de Hamburg Maratonu tarihinin ülkedeki önemli bir tarihten hemen bir hafta sonra olması beni Hamburg planından soğuttu. Mart ayının ilk yarısındaydık ve benim 2017’ye ait Ağustos ayında koşulacak olan Aladağlar Sky Trail dışında hiç planım yoktu. Karar vermekte zorlanan bir kişiliğim olduğu doğru, ama koşmaya başladığımdan beri daha önce bir yıl konusunda hiç bu kadar kararsız kalmamıştım. Siz karar vermekte güçlük çekiyorsanız hayat ipleri eline alıyor ve verilmesi gereken kararları kendisi belirliyor. Benim için de öyle oldu ve 14 Mart’ta, 2017 Spartatlon yarışında koşacağım ortaya çıktı.
Birkaç aydır kısa yarışlar için hazırlanıyorken ve geçmişinde çok fazla uzun yarış yokken 6-7 ay içinde dünyanın en uzun yarışlarından birinde koşacağını öğrenmek insanın aklını bir anda karmakarışık yapabiliyor. İlk 100 km yarışımı 2015 Haziran’ın da Salzburg’da koşmuştum. Sonrasında 2016’da, bir ay arayla İsveç’te 100 mil ve Fransa’da da sert bir 100 km koşmuştum. Bunlar dışında 100+ km yarışım olmadığını düşününce hemen kendime tutunacak referanslar arama ihtiyacı hissettim. Kendimden emin olmam, fiziksel olmasa da zihinsel olarak uzun koşulara hazır olduğumu hatırlamam gerekti bir anda. Neden böyle hissettim tam olarak bilmiyorum ama sanırım bu hissiyat, insanın uzun bir yolculuğa çıkmadan önce bu yolda ihtiyaç duyacaklarını yanına aldığından emin olmak için tek tek yoklama gereksinimine benziyor. Bu hisle, yazının başında bahsettiğim İznik Ultra’nın koşmadığım tek parkuru kalması konusu birleşince 18 gün kala yarışa katılmaya karar verdim.
Screen Shot 2017-05-02 at 20.18.54
Yarışın strava kaydı

14 marttan sonra o anki halimle ne kadar haftalık hacmi kaldırabildiğimi görmek için birkaç hafta üst üste yüksek hacimli koşmaya karar vermiştim. 4 hafta ortalama 115 km koşup durumun çok kötü olmadığını görmüştüm. Bu 4 haftanın verdiği güvenin de verdiğim kararda payı olduğu kesin. 3 nisanda kayıt işini hallettim. Sağ olsun, sevgili Cenk, rezervasyon yaptırdığı otel odasında ikinci kişi için bir yer olduğunu söyledi de böylesi kalabalık bir hafta sonunda İznik gibi küçük bir yerde iki hafta kala konaklama sorununu çözmek gibi bir imkânsızlıktan da kaçınmış oldum.
Planım 21 nisan cuma günü öğle saatlerinde İznik’e ulaşıp kayıt işini hallettikten sonra odada dinlenmek ve aynı günün gecesi saat 24’te başlayacak yarış için hazırlanmaktı. Öyle de yaptım. Zaten hava durumu tahminlerinin 10 gündür hiç değişmeden söyledikleri gibi hava kapalı, soğuk ve hatta yağışlı olduğundan dışarıda vakit geçirmek konusunda çok istekli değildim. Ankara’dan İznik’e giderken yol boyunca yağan yağmur ve İznik’te yerlerin ıslak olması, o gece koşu boyunca çamurla ve ıslaklıkla çok mücadele edeceğimizin işaretleriydi. Sürekli kendimi iki düşünce arasında gidip gelirken buluyordum: “Çok yağmur yağacak, yollar çamurdur, sıkıntı çekeceğim” ve “Ne olursa olsun, bu bir mücadele ve macera, sen bunu yaşamak için geldin, bırak ne olursa olsun, sen uyum sağla yeter”. Sessiz odada gözlerimi kapatıp ikincisinin baskın çıkması için epey düşündüm ve sanırım sonunda başardım. İkinci düşüncenin ağır bastığı bir ruh haliyle yarış için hazırlandım ve başlangıç noktasına gittim.
İznik o hafta sonu ne kadar kalabalık olursa olsun, katılımcıların çok düşük bir yüzdesinin tercihi olan 140 km parkurunun başlangıcı hüzün verici şekilde sakin olur çoğu zaman. Bu yıl da öyleydi diyebilirim. Her ne kadar desteklemek için gelenler olsa da -Ankyra’dan takım arkadaşlarım ertesi gün kendi yarışları olmasına rağmen o saatte oradalardı- hem gecenin ilerleyen bir saati olması hem de koşacakların önlerindeki uzun saatlere odaklanmış olmaları nedeniyle heyecanlı ama sakindir o başlangıç. İtişip kakışacak, önlerde yer tutacak bir başlangıç değildir bu, dostlarla selamlaşılacak, karşılıklı iyi niyetlerde bulunulup, birbirini yüreklendirecek sessiz bir başlangıçtır. Neredeyse tümünü tanıdığım bu maceracı insanlarla saatler tam 00:00’ı gösterdiğinde başlangıcı geçen yıllara göre biraz değiştiğinden şehir meydanından surlara doğru yönelen parkurun ilk kilometrelerini koşmaya başladık.
Gecenin soğuk olacağını düşündüğümden üzerimde uzun ama çok kalın olmayan bir tayt, uzun kollu ve kapüşonlu ince bir iç katman ile uzun kollu bir koşu tişörtü vardı. Hava sakin olduğundan yağmurluğumu giymemiştim. Sırtımda Ultimate Direction Ak modeli çanta, ayağımda da Asics Trabuco ayakkabılar vardı. Baton taşımamayı seçtiğimden ellerim boştu ve şapka kullanmayı sevmediğimden başımda buff vardı. Bu halimle koşmaya başladım. İlk 55 kilometreyi kendimi sakınmadan ama öte yandan fazla abartmadan koşmayı düşünüyordum. Sonrasını ise zaman gösterecekti. 55. km Örnekköy istasyonu; burada bırakma çantası içinde kuru kıyafetlerim, değiştirmeye karar verirsem yedek bir ayakkabı ve bir de saatimi orada olduğum sürece şarj etmek için güç ünitesi vardı. Buraya gün ağarmadan ulaşıp üstümü değiştirerek gündüze tazelenmiş başlamaktan başka bir şey düşünmeden koştum ilk kilometreleri.
Grubun bir kısmı böylesine uzun ve zorlu bir yarış için beklenmeyecek kadar hızlı başlamıştı yarışa. Onlarla mı yoksa daha sakin başlamayı seçenlerle mi kalmam gerektiğini düşünürken şehirden çıkıp zeytin bahçelerine ulaşmıştık bile. Ben bu düşüncelere dalmışken zaten hızlanmış, bilinçli olmasa da bir seçim yapmıştım. Zeytin bahçeleri yoğunlaştığında yanımda sadece sonradan yarışı kazanacak olan Kemal abi kalmıştı. Arkamıza da dönsek önümüze de baksak kafa lambası ışığı göremeyeceğimiz şekilde ayrışmıştık diğer koşuculardan. Ben Kemal abiye sonradan yetiştiğimden önde kaç kişi var bilmiyordum. İlk istasyon olan 9. km civarındaki Dikilitaş’a vardığımızda 5. ve 6. olarak ilerlediğimizi öğrendik. Burada hızla biraz su içip yola devam ettik. Parkurun bu tarafını, gölün kuzey kıyısını hiç bilmiyordum. Gecenin bir yarısı zeytinliklerin ortasında aydınlatılmış bir dikilitaş görmek heyecan vericiydi. Bir şeyler atıştırabileceğimiz Boyalıca’ya doğru aynı hızda koşmaya devam ettik.
c2a9iancorless-com_iznik2017-06405
Kemal abiyle Dikilitaş’tan ayrılırken (Fotoğraf: Ian Corless)

Gece karanlığında ıssız yerlerde koşarken yalnız olmak keyifli olabilir ama yanınızda birinin olması da işe yarıyor. Oradan buradan sohbet edip zaman geçiriyorsunuz, aynı zamanda parkurdaki ani ve beklenmedik sert dönüşleri iki kişinin aynı anda kaçırması çok zor. İşaretleme tüm parkur boyunca çok iyiydi. Şöyle söylemek daha doğru olacak belki de: işaretlerin sayıları ve yerleri mükemmeldi, ama seçilmiş yeşil-sarı arası renk gündüz ağaçlık bölümlerde görülmelerini zorlaştırıyordu. Gece işaretlerdeki kedi gözleri onları gözden kaçırmayı imkansız kılıyordu. Kemal abiyle sadece 20 saniye bile kedi gözü görmesek hemen dikkat kesiliyorduk. Birkaç kere ben onu uyardım, birkaç kez de o beni keskin dönüşlerde uyardı. Yalnız olsak bu noktalarda az da olsa zaman kaybedebilirdik. Boyalıca’da, istasyonda Aykut’un da aralarında olduğu tanıdık yüzler gördük. Bir şeyler atıştırıp suluklarımdan birini kola-su karışımı ile doldurdum. Buradan sonra ilk tırmanışın olduğunu biliyordum, o nedenle mümkün olduğunca çok şey yemeye dikkat ettim.
Bu tırmanışın sert olduğunu duymuştum. Kasabanın içinden tırmanmaya başladık, evlerden uzaklaştıkça sertlik arttı. Ben kafamdan “Aa bu kadar mıymış! Abartmışlar.” diye geçirirken bir anda yürümenin bile zorlaştığı bir eğim başladı. Erken karar vermişim. Dik yokuşta mümkün olduğunca hızla tırmanmaya çalışırken kalflarım yanmaya başladı. Bu noktada tepede tırmanışın sonunda ve aşağıda tırmanışın başında kafa lambası ışığı görmek her iki açıdan da -arkadan gelenlere yakalanmak korkusu veya öndekileri yakalama arzusu- motive edici olunca biraz hızlandık. Bu bölümde tırmanırken “Caner buraları nereden bulmuş?” diye düşündüğümü anımsıyorum. Gecenin karanlığında tırmanışı tamamlayıp yavaşça inişe geçtik. Ilıca kontrol noktasında da tanıdık yüzler vardı. Aykut oraya da gelmişti. “Demek o da bizim gibi tüm geceyi ve ertesi günü parkurda geçirecek.” diye düşündüm. Bu benim için de diğer koşucular için de süper bir motivasyon kaynağıydı. Boyalıca’dan çıkarken aklımda küçük bir plan yaptım. Ne yarıştan önce ne de o zamana kadar bir planım vardı. Buraya sadece en uzun parkuru tamamlamaya gelmiştim, tek hedefim de buydu. Amaç uzun bir yarışta zihinsel olarak ne kadar dayanıklı olduğumu veya hangi noktalarda kırılgan olduğumu görmekti. Ama madem bir yarıştayız ve madem çok da kötü olmayan bir yerdeyim o zaman bir planım olsun dedim.
İlk hedefim Örnekköy’e Kemal abiden kopmadan, onunla birlikte gün doğmadan ulaşmak olacaktı. İkinci hedef, Sölöz-Narlıca arasında çok hız kaybetmeden Narlıca’ya 50K karışından en az yarım saat önce ulaşıp oradan sonraki ilk 4-5 kilometrelik zorlu ve dar patikaları kalabalıktan önce geçmek olsun diye düşündüm. Böylece yorgunluktan başka bir nedenle o bölümde yavaşlamamış olacaktım. Sonrası için bir plan yapmamaya, sadece Derbent’e sağ salim ulaşmaya karar verdim.
Maraton mesafesini geçtiğimizde, kendime güvenim tazelendi. Ekimden beri uzun koşu antrenmanı yapmamama rağmen o noktada bile kendimi yorulmuş hissetmiyordum. Ancak daha 50. km’yi yeni geçmiştik ki bu motivasyon balonum biraz söner gibi oldu. Kemal abiye tutunmakta zorlanır olmuştum. “Hadi bakalım, toparlan ve kopma.” diyerek kendime gaz vermeye devam ettim ve Örnekköy’e sabah 5,5’ta girdik. O an geçen seneyi anımsadım. Biz de sabahın köründe oraya gitmiş, ilk gelecek koşucuları beklerken soğukta titremiştik. Hemen bırakma çantamı aldım, ilk iş olarak saati şarj etmeye başladım. Bir yandan çorba yemeye çalışırken bir yandan taytımı kısa bir tayla, iç katmanımı da kısa kollu bir fit tişörtle değiştirdim. Bırakma çantasına koyduğum küçük bir havlu kıyafet değişimi sırasında biraz kurulanmamamı sağladı. Tabii bu değişim sırasında sabah soğuğuna maruz kaldım ve titremeye başladım. Tüm bu çabam arasında biri kocaman ışığı olan kamerasını yüzüme kadar yaklaştırmış fotoğraflar çekiyordu. “Salya sümük her şeyimizi yakınen belgelediniz” diye espri yaptım ama gülmedi. Yabancı olabilir diyerek üstünde durmadım. Mümkün olduğunca hızla ama bir şeyi atlamadan işleri halledip, bırakma çantasını toparladım ve Kemal abiye “Sen yetişirsin abi.” diyerek -ve bundan emin olarak- yola koyuldum. Ben üstümü değiştirip beslenirken hava iyice aydınlanmaya başlamıştı. İstasyondan çıkıp göl kıyısında koşmaya başladığımda aynı fotoğrafçının ağaçların arasında güzel bir gün doğumu fotoğrafı yakalamaya çalıştığını gördüm. Fotoğrafçı Ian Corless imiş ve aşağıdaki pozu yakalamış.
c2a9iancorless-com_iznik2017-06524-2
Fotoğraf: Ian Corless

Örnekköy sonrası Kemal abi yanımdan geçip giderken onu bir daha ancak bitişte görebileceğimin farkındaydım. Benim aksime çok sağlam ve güçlü görünüyordu. Sanki koşmaya yeni başlamış gibi 4-5 km içinde gözden kayboldu. Artık yalnızdım. Planın ikinci kısmını yalnız başıma halletmem gerekiyordu. Sölöz Burnu’na geldiğimde henüz yeni değiştirmiş olduğum çorabımın ve ayakkabımın ıslanmasını istemediğimden onları çıkarıp dereyi çıplak ayakla geçtim. Örnekköy’de Trabucoları çıkarıp Kayanoları giymiştim. Dereden sonra kafamdaki buffı kullanarak ayaklarımı kuruladım, çorabı ve ayakkabıyı yeniden giyip yola devam ettim. Bu kısımdaki zeytinlikler çok çamur olabiliyor. Bunu hatırladığımda, gece havanın ne kadar sakin geçtiğini, yağmur yağmadığı gibi önceden yağan yağmurun da parkuru çok fazla çamurlaştırmadığı güzel gerçeği fark ettim. Çok şanslıydık, o ana kadar çok az bölümde çamurda koşmuştuk. Bu bölüm de önceki yıllarda gördüğümden daha iyi durumdaydı. Tüm bunlar neşemi yerine getirdi. “Hadi bakalım şimdi çok daha güzel bir bölüme geçeceksin, tepelerde nefis bahar sabahında koşacaksın.” diyerek pozitif yaklaşımımı pekiştirdim. Sölöz’deki kontrol noktasında bir yandan beslenip, yolluğumu hazırlarken bir yandan da gönüllülerle sohbet ettim. Onlara, onlarsız bu yarışların olamayacağını, o yüzden müteşekkir olduğumu söyleyerek saat 7,5’ta oradan ayrıldım.
İznik Dağ Maratonu 10:30’da başlayacağına göre en geç 10’da Narlıca’da olmalıydım. Tırmanış zorlasa da yürü koş yaparak nefis doğanın içinde yükselmeye başladım. Yürüme bölümlerim uzadı, koştuğum anlarda yavaşladım. “Bu kadar yavaşladığıma göre yakında arkadan birileri yetişir.” diye düşünerek ilerlemeye devam ettim. Artık bildiğim bölümlerdeydim, hatta neredeyse ne zaman dönüş var ne zaman hafif iniş başlayacak hatırlıyordum. İnsan ne kadar çok yokuş çıkarsa, ne kadar zorlayıcı tırmanışlardan geçerse referansları değiştiğinden, deneyimleri farklılaştığından olsa gerek zor ve zorlayıcı kavramları değişiyor. Sölöz’den sonraki bu tırmanışlar birkaç yıl önce bana çok çok zor geliyordu. Bu yılsa hem gözüme daha kolay görünüyorlardı hem de onları olduğu gibi kabullenmeyi daha kolay başarıyordum. Güneş doğmuş, bulutlar aradan çekilmiş, hava sıcaklaşmıştı. Uzun yarışların bir özelliği de bu; hava ve zemin sürekli değişiyor, bir uçtan bir uca olan bu değişikliklere hızlı adapte olmak elzem. Saatimi kontrol ede ede tırmanışı tamamladım. İnişe geçtiğimde, bu kısmı olabildiğince hızlı inersem starttan 40 dk önce oradan ayrılabileceğimi hesapladım. Öyle de yaptım. Narlıca’ya girerken yarışı bekleyen kalabalıktan inanılmaz bir tezahürat koptu. Bir koşu yarışında duymaya alışık olmadığımız yoğunlukta ve kuvvette gelen bu tezahürat beni inanılmaz motive etti. İstasyonda yine Aykut vardı. Sağ olsunlar kalabalığı masadan uzakta tutmuşlardı da rahatlıkla beslenip hazırlanabildim. Tam ayrılıyordum ki Utkuer “Hava çok ısındı, bu yağmurlukla girme o tırmanışa.” diye yerinde bir uyarı yaptı. Yağmurluğu çıkarıp çantaya yerleştirmeme de yardım ettiler ve 9:53’te Narlıca’dan ayrıldım.
Önümdeki kısım geçen sene yarışa dâhil edilmişti. Öncesinde asfalttan güzelce Müşküle’ye çıkılıyordu. Bu yeni yolu ise sadece korkunç hikâyelerden biliyordum. Daha Narlıca’dan çıkmadan sert bir şekilde patikaya girdim. Bu kısmı geçerken bir yandan “Bunu neden yaptın Caner?” diye söyleniyor bir yandan da düşmemek veya yolumu kaybetmemek için mümkün olan en yüksek konsantrasyonda kalmaya çaba sarf ediyordum. Patikalar, traktör yollarından hayvan izlerine kadar değişkenlik gösterirler ama tek ortak özellikleri yere baktığınızda yolun nereye gittiğini bir şekilde ayırt edebilmenizdir. Bu kısımda hayvan izi bile olmayan yerler olduğundan sürekli bir sonraki işareti aramak, görmek gerekiyordu. Güneş ışıkları ve ağaç yaprakları da bunu mümkün olduğunca imkânsızlaştırıyordu. Hiç kaybolmadım ama birkaç noktada 10-15 saniye kadar bir sonraki işareti aramak için durduğum oldu. İple inilen bir noktada ipi tam tutamadığımdan düşüp dizimi ve dirseğimi çarptım. Üç defa inip çıkan bu zorlu kısım bitip traktör yolu başladığı anda ilk 50 km koşucuları yanımdan geçti. Başarmıştım, plan tam olarak gerçekleşmiş yol genişleyene kadar kalabalıktan uzak durmuştum.
c2a9iancorless-com_iznik2017-06599
Fotoğraf: Ian Corless

Bu noktadan sonra yol pek boş olmadı. Sürekli gelip geçen birileri olunca, tanıdık tanımadık koşucularla kısa sohbetler yapınca yokuşta zaman akıp geçiyor. Müşküle’ye 11:42’de vardım. Tam o sırada 50k koşucularının ilk kalabalık grubu oraya varıyordu. Serdar’la karşılaştık. İkimiz, ben antrenman planıyla o da sürekli koşarak onu aylardır bu yarışa hazırlıyorduk. Tam sayamamıştım ama 15-20 kişi geçmişti ondan önce. Şakayla karışık “Hadi hızlan biraz, bir sürü adam geçti!” dedim. Kısaca sohbet ettik, güldük ve onu Süleymaniye sonrası için motive ederek yolladım.
Müşküle’den Süleymaniye’ye çıkmak gerçekten kolay değil. Bir de gece yarısından beri 100 km ilerledikten sonra hiç çekilmiyor. Hava da ısınarak işi biraz daha zorlaştırıyordu. O noktada 140 km parkurunda olduğunu öğrendiğim birine yetiştim. Oldukça yavaş yürüyordu. Kısa konuşmamızdan şunları da öğrendim: kendisi uzun süredir yarışı lider götüren kişiymiş, ayakları çok ağrıdığından artık koşamıyormuş, 2. ve 3. sırada koşanlar da Narlıca sonrasındaki bölümde yollarını kaybedip geride kalmışlar. Onların Mehmet ve Hüseyin olduklarını teyit ettim. Bu durumda önümde sadece Kemal abi ve Samet kalmıştı ama Hüseyin’le Mehmet’in yeniden toparlanıp beni geçeceklerini tahmin edebiliyordum. Hem zaten sadece bitirmeye geldiğim yarışta bunların benim için önemi var mıydı? Bilmiyordum. Gerçekten de uzun yokuşlarda önce Hüseyin sonra da Süleymaniye’ye yaklaşırken Mehmet yetişti. Hüseyin geçip gitti ama Mehmet’le kontrol noktasına kadar beraber yürüdük. O sırada yolu kaybetme hikâyelerini öğrendim. Bu bölümde yanımızda Ankyra’dan 50k koşan Yücel ve Lütfü’de vardı. Onlar da beni kalan kısım için yüreklendirmeye çalıştılar.
Süleymaniye’ye biraz bitkin geldim. Bir çorba içtim. Katı bir şeyler yemeye çabaladım. Kendi telefonum çantada terden ıslanmış görünüyordu. Çalışıp çalışmayacağından emin olmadığımdan Yücel’in telefonundan eşimi aradım. Süleymaniye’ye vardığımı, iyi olduğumu devam edeceğimi söyledim. Diğer arkadaşlar hemen ayrıldılar, bense biraz oturup dinlendikten sonra yola koyuldum. Derbent’e kadar olan kısımda çok fazla yürüdüğümü ama koştuğum zamanlarda iyi bir hızda koştuğumu anımsıyorum. Derbent girişinde yine geçen sene değişen, eskiden asfalttan gidilen ama artık zorlu patikadan ilerleyen bir bölüm var. Orada tam olarak duvara tosladım. Yine yol iz olmayan zorlu bir bölümde ilerliyorken başım dönmeye başladı. Durup kendimi toparladım, bir domatesli bir de kahveli jel yutup üstüne kola su karışımını bolca içtim. Hesabıma göre Derbent çok yakındaydı. Dişimi sıktım, istasyona vardım. Böyle anlarda “Öldüm bittim, nasıl bitecek bu yarış!” demek yerine durup biraz nefeslenip çözüm planı üzerinde düşünmeye çalışmak en akıllıcası. Hem gerçekten bir çözüm bulabilme olasılığınız var hem de başka şeylere odaklanıp fiziksel sıkıntıları baskılayabiliyorsunuz. Tabii önce güvenli bir pozisyon alıp çok ciddi bir sıkıntı olmadığından emin olmak şart.
Derbent’e nasıl geldim veya durumum nasıldı bilmiyorum ama herkes üzerime düştüğüne göre pek iyi görünmediğimi anlayabiliyordum. Bir yere oturup bana teklif edilen her şeyi yemeye çalıştım ama hiçbirini yiyemedim. Başımı önüme eğmiş toparlanmayı beklerken bulgur pilavı isteyip istemediğimi sorduklarını duydum. İstasyonlarda böyle bir şey olmayacaktı, demek ki olmayan şeyler duymaya başlamıştım. Hele bir de ayran diye soranlar başladı ki hayal gördüğüme tam emin oldum. Yine de sessizce “İsterim.” dedim. Önüme bir tabak bulgur pilavı ve bir ayran koydular. Hayal de olsa yemeye karar verdim. Gerçek ve nefis bir pilavdı, hızla yedim ve üstüne ayranı yuvarladım. Bunun bana iyi geleceğini biliyordum. Kalkıp bu yarışın sonunu getirmeye karar verdim.
Süleymaniye’den beri yine iki uzak uçta olan bir düşünce çifti içindeydim. Bir yandan “Ben sadece bu yarışı bitirmeye geldim, elimden geldiğince zihinsel antrenman yapıp gideceğim, sıralama önemsiz.” derken bir yandan da “Buraya kadar 6. sırada geldin, biraz daha asıl ve bu durumu koru.” diye düşünüyordum. İkincisinin ağır bastığı anlarda arkadan birilerinin yetişeceği endişesi başlıyor ve hızımı korumaya ya da hızlanmaya çalışıyordum. Derbent öncesinde ve oradaki istasyonda çok zaman kaybedince arkamdaki birilerinin bana çok yaklaştığından emindim. Hatta bazen 3-4 kişilik grup halinde koşan bir ekibin gelip beni geçeceğini ve bir anda 10.luğa gerileyeceğimi düşünüp koşmaya başlıyordum. Bu kadar plansız ve hazırlıksız geldiğim bir yarışta beklenmedik şekilde iyi bir noktada olduğumdan olsa gerek oraya kadar harcadığım eforun boşa çıkmasından korkuyordum sanırım. Bu düşüncelerle arkama baka baka Derbent’ten İznik’e kadar neredeyse sürekli koştum. Hem istasyon öncesi aldığım iki jel hem de istasyondaki pilay-ayran ikilisi işlerini yapıyorlardı. Şehre girerken bir çocuk grubu gördüm. Uzun süredir çantamda olası kötü durumlar için taşıdığım yiyeceklerimi çıkarıp onlara verdim. Bunu yapmak için durup çantamı çıkarmam ve açmam gerekti. Bir yandan da arkadan kimse geliyor mu diye bakıyordum ki son 3-4 km kala bulunduğum yer değişmesin. O sırada yaklaşan birilerini gördüm. Tabii ki 50 km veya 90 km koşan birileri olabilirdi ama ben nedense kendi parkurumda olduğundan emindim ve hızla koşmaya başladım. Son kilometreleri bu nedenle epey hızlı geçmişim. Tam başladığımız noktaya vardığımda saat 17:46’ydı. Yağmur yağmaya başladığından bitiş noktası her seneki gibi kalabalık değildi ama yine de epeyce tezahürat yükseldi. Genel sıralamada 5., yaş grubunda ise 2. olmuştum.
Otele gidip, duş aldıktan ve birkaç saat uyuduktan sonra saat 10 gibi yemek yemeye gittiğimizde sonuç listesine baktım. Kimsenin hemen arkamda olmadığını, kafamda yarattığım gölgelerle ve hayaletlerle yarıştığımı öğrendim. Uzun yarışlar çok garip şeylere neden olabiliyor. Bu 140 kilometre de bana böyle bir oyun oynamış ve/veya oynatmıştı.
c2a9iancorless-com_iznik2017-06502
Örnekköy’de değişim (Fotoğraf: Ian Corless)

Raporun birkaç noktasında hazırlıksızdım yazdım, yazarken de çok düşündüm. Sanki hazırlanmadan geldiğimin altını çizip sonucumu çok daha iyi göstermeye çalışıyormuşum gibi algılanabileceğinden çekindim. Amacım kesinlikle böyle bir şey değil. Gerçekten ne kafa olarak ne de antrenman çeşidi olarak bu yarışa hazırlanmıştım. Tüm antrenmanlarıma Strava’dan ulaşılabilir. Bu kelimeyi yineledim çünkü amacım tam da böyle bir durumda ne yapabileceğimi görmekti zaten. Her şey yolunda gitti ve ben olması gerekenleri yapabildim de güzel bir sonuç oldu, ne mutlu bana. Belki de hazırlıklı olsam böyle olmaz, her şey ters gider, ben fazla gergin olup hata yapabilir ve daha farklı bir sonuç alabilirdim. Bunu bilemeyiz. Ama şunu biliyorum ki, bu yarışı koşma kararımdan memnunum. Hem kendime olan güvenim biraz yerine geldi hem de güzel deneyimler edindim.
Organizasyon bu yıl ana sponsorundan yoksundu. Yine de eski yılları aratmayacak derecede güzel hazırlanmışlardı. İşaretleme konusuna yukarıda değindim, sadece yanlış renk seçimi ile mükemmellikten bir adım geride kalmıştı. Masalar ve yiyecek desteği çok iyiydi. Gönüllülere, özellikle de neredeyse her istasyonda çalışan Aykut’a ayrıca özel bir teşekkür etmek gerek. Soğukta, sıcakta, zor noktalarda, kalabalıkta bu görevi yerine getirmek kolay değil, hele de gönüllü olarak. Tüm parkurlarda yarışma cesareti göstermiş koşucuları, başlama noktasına gelmeyi başarmış herkesi tebrik ederim, patikada yarışmak zor iş.
Cumartesi akşamı ben yarışı bitirdikten sonra, saat 19 sonrası bir anda kötüleşen hava koşulları ülkedeki patika yarışlarına katılan herkese güzel bir örnek oluşturdu. Derbent’te bir kasabada, İznik’ten 15 km gibi kısa bir mesafede birçok koşucu hipoterminin eşiğine geldi. Devam edemeyenlerin hipotermiden kaçınmak, devam edebilenlerin de sıcak kalmak için acil durum battaniyelerini kullandıklarını, bazı koşucuların biten pilleri yerine yedek pillerini taktıklarını, bazılarının ıslanan kafa lambası yerine yedek fener kullandıklarını duyduk. Hızla soğuyan ve karla karışık yağmur döken bir havada Derbent’ten inişin çok uzadığı durumlarda ek besin taşıyanların bunlardan faydalandığını gördük. Demek ki bunların zorunlu malzeme olmasının bir nedeni varmış. Demek ki bunlar zorunlu olmasa da her patika koşucusu bunları taşımalıymış. Neyse ki çok ciddi bir sorun yaşanmadan yarış tamamlandı. Umarım tüm yarışlar böyle sorunsuz tamamlanabilir. Umarım bu yaşananları herkes duyar ve deneyim olarak bir yerlere kaydeder.

“İznik Ultra 140K Yarış Raporu” hakkında 11 yorum var

  1. Öncelikle tebrik ederim,yazılarınızı hayli uzun zamandır takip ediyorum,Türkiyede bu tarz sporlarla uğraşan arkadaşların olması çok güzel,anlatım tarzınız çok olumlu,nerdeyse hiçbir olumsuz durum karşısında eleştirel yaklaştığınızı görmedim.Bu kadar ağır bir aktivitenin ben anatomik,fizyolojik,teknoloji kısmını merak ediyorum,aklımda okadar soru varki,bu güzel yazılarınızda bu konularada değinirseniz,meraklı arkadaşlara yardımcı olursunuz.
    -hangi saati kullandınız,ortalama nabzınız neydi,hızınız neydi,nekadar sürede tamamladınız,yarış sonlarına doğru artan yorgunlukla nabzınız nasıldı,kaç kilo verdiniz,kaç kalori harcadınız?
    -Bukadar zor bir aktivteye vücudunuzun anatomik olarak tepksinide merak ediyorum,dizleriniz,ayaklarınız nasıl dayanıyor,vucudunuzda meyadana yıpranmayı nasıl telafi ediyorsunuz?
    -Toparlanmanız nekadar zaman aldı mesela,kaç gün sonra tamamen toparlanıyorsunuz?
    Görüldüğü üzere okadar çok soru varki,böyle zor bir sporla uğraşan bilinçli siz değerli sporculardan,yukarıda değindiğim konulara yazılarnızda yer vermenizi bekliyorum.
    Başarılarınızın devamı dileğiyle.

    1. Merhaba,
      Aslında sorularınızın bazıları yazının içinde var, ama çok net olmayabilir. Sırasıyla yazmaya çalışırsam:
      -Yarışın strava kaydında (https://www.strava.com/activities/954827481) bu sorunun birçok cevabı var. 910XT kullandım, Örnekköy’de biraz şarj ettim. Sonuna kadar yetti. Nabız bandı ile koşmadım, artık yarışlarda kullanmıyorum. Özellikle ultramaratonda nabza göre efor belirlenmez diye düşünüyorum. Hız zemine, tırmanışa, sıcaklığa ve ilerleyen zamana göre değişiyor, yine strava kaydında görebilirsiniz. Kilo verip vermediğimi bilmiyorum, öncesinde sonrasında tartılmadım.
      -Bu mesafeleri bugünden yarına koşmuyoruz. Ben yaklaşık 8 yıldır koşuyorum. Bu nedenle vücudum yavaş yavaş bu zorlanmalara alıştı. İnsan vücudu adaptasyona çok açık olduğundan doğru antrenmanla bu tür etkinliklerden minimum zararı görecek şekilde kendini adapte ediyor. Tabii ki yorgunluk oluyor, biraz yıpranılıyor ama sonrasında dinlenme ve beslenme ile toparlanma gerçekleşiyor. Kalıcı bir zarar olduğunu düşünmüyorum, aksine adaptasyon nedeniyle kalıcı faydaları oluyordur.
      -Toparlanmam halen sürüyor. Tamamen toparlanmam 20 günü bulacaktır. Ama bu da kişiden kişiye, deneyimden deneyime, yarıştan yarışa değişir.
      Bundan böyle raporlarda bu tip konulara da yer vermeye çalışacağım, teşekkürler.

    1. Hayır, rota yüklemedim. Saatten rota izlemeyi daha verimsiz buluyorum. İşaretler her zaman daha kolay geliyor bana. 910’a rota yükledim ve kullandım daha önce. Hiç donma sorunu yaşamadım. Ama yüklediklerim hiç bu boyutta olmamıştı.

  2. Nefis bir rapor olmuş, bu sene denediğim ancak tamamlayamadığım halen ağrıları devam eden bu yarışa tekrar katılma iştahı sağladığınız için teşekkürler…

  3. Takip ettiğim blogların içerisinde sanırım en beğendiğim blogdayım şu an. Sunum çok kaliteli ve samimi. İznik Ultrayı önümüzdeki yıl programına aldırdın. Sanırım parkurun zorlu yerlerinde bolca kulak çınlatacağım 🙂
    Ağustosta Aladağlar’da görüşmek üzere…

  4. Tebrik ediyorum Hem performansınız hemde raporun bu kadar uzun olmasına rağmen okunabilirliğinin akıcılığının olması yüzünden ayağınıza ve yüreğinize sağlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir