İmkansıza Adım Atmak

İmkansıza Adım Atmak

tedx youth logoTED konuşmalarını duymayan yoktur herhalde. 15-20 dakikalık ilham verici, çarpıcı bilgilerin paylaşıldığı konuşmaları hepimiz internet aracılığıyla izleyebiliyoruz. TED toplantıları çok az sayıda yapılıyor ve konuşmacılarını çok özenle seçiyorlar. Konuşmaların içeriğine ve sunuma çok önem veriyorlar ve sıkı kuralları var. Bu etkinlikler dünyada çok az sayıda düzenleniyor ve izleyici olarak katılmak bile gerçekten çok zor. İnsanların bu yaklaşıma çok ilgi duyduğunu gördüklerinden kendi kurallarına uymak koşuşuyla ve bir lisans vererek TedX adı altında bağımsız organizasyonlar düzenlenmesine de izin vermişler. Bu tip organizasyonların sayısı hızla artıyor. Türkiye’de de çok sayıda düzenlenmeye başladığını görüyoruz TedX etkinliklerinin.
Bir halka daha genişleterek TedxWomen ve TedXYouth gibi daha küçük gruplara da etkinlik şablonları üretmişler. Bilkent Lisesi öğrencileri de birkaç yıldır TEDxYouth@BLIS adı altında bir TedXYouth etkinliği düzenliyorlar. Öğretmenlerinin kılavuzluğunda tüm organizasyonu öğrenciler yapıyor. TEDxYouth@BLIS, bu yıl da 25 Şubat’ta düzenlendi. Organizasyondaki öğrenciler benden de bir konuşma yapmamı istediler. Çarşamba günü akşam 15 dakikalığına sahnelerini bana ayırdılar. Koşmak ve dayanıklılık sporları hakkında bilgi vermeyi ve az da olsa kafa karıştırmayı, sorgulatmayı hedefleyen bir konuşma hazırladım. Umarım hedefine ulaşmıştır.
Konuşmanın metnini burada da paylaşırsam belki daha fazla insana ulaşabilir diye düşündüm. Konuşma tam olarak böyle olmadı belki ama hazırlanırken üzerinde çalıştığım halini aşağıda paylaşıyorum.

***
Merhaba, adım Mert Derman. 39 yaşındayım. Bir yazılım şirketinde her gün masa başında 10 saat geçiriyorum. Ama geçtiğimiz yıl, toplam 340 saatimi hareket halinde geçirmişim. 173 saat koşmuşum, 122 saat pedal çevirmişim ve 45 saat yüzmüşüm. Bu sabah yaptığım antrenmanla birlikte 2015 yılının başından beri de toplam 600 km koşmuşum. Bu birkaç rakamı hızla sıraladım çünkü etkinliğin ana başlığı “Life in Motion”, benim de hayatımda bolca hareket var.
Bu tip istatistiklere hayatımda birer yıl geriye doğru giderek baksak 2007 yılında tüm rakamların sıfır olduğunu ve ne kadar geriye gidersek gidelim bunun değişmediğini görürüz. Yani çocukluk ve gençlik yıllarımdaki oyunları saymazsak 33 yaşına kadar neredeyse tamamen hareketsiz yaşamışım. 2008 yılının Temmuz ayında bir gün bunu değiştirmeye karar verip yakındaki bir parkura gittim ve yavaş tempo ile birkaç tur attım. O günden beri de durmadım.
Önemli herhangi bir yarışta dereceye girmedim, rekor kırmadım veya herhangi bir konuda “en” değilim. Böyle olan, bunları yapabilen az sayıda insan var. Ama tatmin ve başarı için böyle olmak şart değil, insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmesi de büyük bir başarı. Ben, fiziksel kapasite konusunda insan ırkının belirli bir aralıkta olduğunu, bireyler olarak bizlerin de bu aralıkta belirli noktalara denk geldiğimizi düşünürdüm. Ama sonra fark ettim ki aslında o büyük aralığın içinde her bireyin fiziksel kapasitesi bir noktaya değil de belirli bir aralığa karşılık geliyor. Bir insan bugün tükenmeden 2 km koşabiliyor olabilir. Bilimsel yaklaşımlarla, sistemli bir şekilde bu konuların üzerine giderse durmadan 15 km koşabilir. Birkaç ay düzenli antrenman yaptıktan sonra 10 km koşmayı başardığımda bunu çok net anladım. Peki benim aralığımın en iyi tarafındaki sınırı neredeydi? Bunu merak ediyordum.
Hepimiz, büyük çoğunluğun oluşturduğu normlar ve sınırlar dünyasına doğuyor ve onun içinde büyüyoruz. Dolayısıyla o normlar ve sınırlar bizim de sınırlarımız, normlarımız oluyor. İlgilendiğimiz herhangi bir konuda yapabileceklerimizin sınırlarını da zihnimize böyle yerleştiriyoruz. Örneğin, bedenimizin potansiyel olarak neler yapabileceğini düşündüğümüzde hemen zihnimizde belirli sınırlar oluşuveriyor. Hatta bazen bu sınırlar yüzünden daha başlamadan vazgeçebiliyoruz. Ben koşmaya başladığımda fiziksel kapasitemin sınırının yaklaşık 20 km durmadan koşmaya denk geldiğini düşünüyordum. Bir yarı maratonda koşup bunu görmeye karar verdim. Bunun için neler yapmam gerektiğini araştırıp okudum ve ihtiyacım olduğunu öğrendiğim ilk şey süreklilik oldu. Sistemli bir şekilde ara vermeden koşu antrenmanları yapmalıydım. Her konuda olduğu gibi koşmak konusunda da gelişmek için en önemli şey sürekli tekrar. Bunu yapmayı başardım ve 2009 yılında ilk yarı maratonumu koştum.
Bundan sonra var olduğuna inandığım sınırların belki biraz daha ileride olabileceği düştü aklıma. Acaba bir maraton koşabilir miydim? Bunu öğrenmenin tek yolu denemekti. Artık öğrenmiştim disiplini, sürekliliği elden bırakmamam yeterliydi. Ama daha çok koşmam gerekiyordu. 8 ay çalıştıktan sonra ilk maratonumu 4:07 sürede bitirdim. Meğer sınırlarım aslında maraton bitirebilecek noktadaymış. Peki, biraz daha ileride olabilir miydi? 4 saatin altına inebilir miydim? Yapabilmek için çok daha fazla koşmaya başladım. Bu sefer hızlanmak için de antrenman yaptım. Bir an önce sub4 koşup koşamayacağımı görmek istiyordum. Bu acele içinde ufak sakatlıklar yaşadım. İkinci önemli şeyi o sırada öğrendim: sabır. Çabuk kazanımlar elde etmek uğruna acele etmemek gerektiğini, her şey için acele ettiğimiz şu günlerde bazı şeylerin ancak sakin, yavaş ama ısrarlı adımlarla ilerlendiğinde kazanılabileceğini öğrendim. Bu konuda Kiyoshi Nakamura’nın şu sözleri bence çok yerinde.

“Damlalar şiddet uygulayarak değil, sadece düşerek kayayı deler.”

Bunu deneyimledim; 4 saatin altında koştum, hatta son maratonumu geçen yıl 3:09 koştum. Sabırla koşmaya devam ederken, sürecin kendisinden de zevk aldığımı fark ettim. Yani koşarken kendimi çok iyi hissettiğimi, zihnimin çok rahatladığını fark ettim. Uzun mesafe koşmak konusuna aşina olmayan neredeyse herkes, uzun mesafe koşu antrenmanı yapanlara, koşarken sıkılmıyor musun, ne düşünüyorsun diye sorar. Buna cevap vermek zordur. Hissedileni yaşananı anlatmak kolay değil. Ben koşarken bazen hiçbir şey düşünmüyorum, bazen de her şeyi düşünüyorum. İlginç olan şu ki genellikle de bu ikisi aynı anda oluyor. Bir yandan da kendimi dinliyorum. Sanırım otomatiğe bağlanmış bir hareket zincirinde sürekli kendini yineleyen bir aktiviteyle meşgulken, insan zihni başka bir moda giriyor. Dışarıdan monoton ve sıkıcı bir tekrarmış gibi görünüyor olabilir ama o sırada içinize odaklanabiliyor, zihninizde diğer zamanlarda girmediğiniz, girmemeyi seçtiğiniz yerlere girmenizi sağlıyor. Bu konuda yazılmış çok sevdiğim bir makaleye şöyle bir yorum gelmişti. Anlatmaya çalıştığım şeyi çok güzel özetliyor aslında:

“Uzun koşularımız sırasında dünyanın tüm problemlerini çözüyoruz, sonra, tüm çözümleri/cevapları unutmuş olarak eve dönüyoruz.”

Koşulabilecek en uzun mesafenin maraton olmadığını öğrenmem uzun sürmedi. Ultramaraton kavramıyla tanıştım. 42,195 km’nin üzerindeki her yarışa ultramaraton deniyordu. 50 km, 80 km, 100 km, 130 km, hatta mil kullanan ülkeler yüzünden 160 km dünyada çok yaygın yarışlardı. 2012 yılında Türkiye’nin ilk tek etaplı 100+ km ultramaratonu organize edildi. İznik gölünün etrafını dolaşan 130 km’lik bir yarıştı bu. Bu kadar uzun bana fazla diyenler için 80 km’lik bir parkur da vardı. Ben de kendimi orada sınadım ve 9,5 saatte 80 km koştum. Kafamdaki sınır buraya kadar ilerlediyse biraz daha sorgulamam gerekiyordu.
Başlayıp biten, bir kerede koşulan bu yarışlardan sonra 5-7 gün süren ve toplamda 250 km olan yarışlar olduğunu öğrendiğimde tabii ki denemek istedim. Bunlardan iki tanesi de Türkiye’de organize ediliyordu. Kapadokya’da koşulanda kendimi denemek istedim. Her gün yaklaşık 40-50 km koşulacaktı. Yarış başladı. Yanlış ayakkabı seçimimden dolayı ilk gün ayak tabanlarım su toplamaya başlamıştı. Bu tip yarışlarda bir de uzun etap günü olur. Bizim yarışta bu uzun etap günü 5. gündü ve 90 km’ydi. Bu mesafenin büyük bir kısmında Tuz Gölü üzerinde koştuk, gerçekten görülmeye değerdi. Dayanıklılık anlamında o güne kadar iyi gitmiştim, ama uzun günün 60. km’sinde ayak tabanlarımdaki yaralar nedeniyle artık adım atamaz hale geldim ve o gece yarışı bırakmak zorunda kaldım. DNF (did not finish-bitir(e)medi) kavramı ile de böylece tanışmış oldum. DNF olmuş olsam da yarış hem bana dayanıklılık anlamında çok şey kattı hem de muhteşem manzaralar eşliğinde yalnız başına koştuğum saatlerin güzelliği aklıma kazındı.
Uzun mesafe koşu ile ilgilenince diğer dayanıklılık sporlarını yapan insanlarla da tanışıyorsunuz. Ben de koşunun yanına bisiklet ve yüzmeyi eklemiş olan amatör triatletlerle tanıştım. Triatlonda da 10 km koşu var dediler. Tamam koşarım, yapabileceğim bir şey diye düşündüm, sınırlarım dahilindeydi. Öncesinde 1500 m yüzmelisin ve 40 km bisiklete binmelisin dediler. Bisiklet tamam da yüzme korkunçtu. 50 m’lik havuza gittim. Yüzmeye başladım, yüzdüm, yüzdüm karşıdaki duvara varamıyordum. Nefesim kesildi ve kenara tutundum. Durum çok kötüydü. 50 m bile yüzemiyordum. Yüzmek konusundaki kafamdaki sınır 50 metreydi ve deneyerek bunu doğrulamıştım. Ama koşudan bir şey öğrenmiştim, disiplinli ve sabırlı bir şekilde bir konunun üzerine gidersem kafamdaki sınırların daha ilerisine geçebiliyordum yani daha denemeden vazgeçemezdim. Gerçekten de öyle oldu. Sistematik bir çaba ile 6 ay içinde 1500m’yi 30 dakikada yüzebilir hale geldim. 2013 Nisan’ında ilk Olimpik tiratlonumu koştum. Olimpik diye belirtiyorum çünkü triatlonun faklı mesafelerde koşulan çeşitleri var.
Bu tabloyu ilk gördüğümde gözüme son sırayı (uzun mesafe triatlon-Ironman) kestirmem çok uzun zaman almadı. Sınır o kadar ileride olabilir miydi? Artık ne gerektiğini çok iyi biliyordum. Sistematik yaklaşım, süreklilik ve sabır. Zaten artık iki gün antrenman yapmasam, yapamasam kendimi kötü hissettiğim bir noktaya geldiğimden antrenman yapmak benim için zor değildi. Ama bisiklet üzerinde saatler harcamak ve havuzda dönüp durmak bazen zihinsel olarak beni yordu. Tam bu aşamada şunu söylemem gerek: dayanıklılık sporlarında çabanın fazlası zihinde harcanıyor. Hem antrenmanlarda hem de yarışlarda. Bu kadar uzun zaman alan aktivitelerde beyin bir şekilde vücudun enerjisini saklamak adına yorgunluğu su üstüne çıkarmak için erken davranıyor, sizi yavaşlamaya veya bırakmaya zorluyor. Sizin, zihninizde bir mücadele vermeniz ve vücudunuzu aslında bunu yapabileceğine ikna etmeniz gerekiyor. Dayanıklılık sporlarıyla uğraşan kime sorarsanız sorun, cevaba inanmayacaksınız ama, işin çoğunu zihinleriyle yaptıklarını söyleyeceklerdir.
Uzun mesafe koşunun efsanesi Yiannis Kouros’a sırrını sorduklarında şöyle demiş:

“Diğer insanlar yorulduklarında, dururlar. Ben durmam. Vücudumu zihnimle taşırım. Vücuduma yorgun olmadığını söylerim, o da dinler.”

Ironman hedefim için geçtiğimiz yıl her gün antrenman yaptım. Sabahları işe gitmeden önce erken kalkmam gerekti. Sürekli 5:30-6:00 gibi uyanıp, toparlanmam, çıkıp antrenmanımı yapmam, eve gelip duş almam, kahvaltı edip mesaiye yetişmem gerekti. Bazı günler her şey yolunda gitti, bazı günlerse hepsi ters. Ama süreçten, antrenmanların kendisinden her zaman gerçekten keyif alıyordum. Geçtiğimiz ağustos ayında Kopenhag’da düzenlenen Ironman yarışında 4 km yüzdüm, sudan çıkıp 180 km pedal çevirdim ve ardından bisikletimi bırakıp bir maraton koştum. 11 saat 5 dakika sonunda yine kafamdaki sınırların geçersizliklerini görerek bitiş çizgisini geçtim. Aslında ben sınırlarım konusunda sürekli yanılmıyordum, Robin Sharma’nın söylediği oluyordu:

“Kendinizi sınırlarınıza kadar zorlayın. Sınırlar bu şekilde genişler.”

Çıkıp bir iki tur atmaktan 11 saat süren bir etkinliğe doğru evrilişimin hızlı bir özetini vermeye çalıştım. Bunu yaparken uzun mesafe koşu ve triatlon dünyasından belki de bu dünyanın dışındakilere yabancı olabilecek bazı bilgileri paylaşmaya çalıştım. Çünkü bu işlerle uğraşırken gördüm ki birçok kişi aslında insanların neler yapabileceğinin, neler yaptıklarının farkında bile değilmiş. Birinin 160 km durmadan koştuğunu ilk defa duyan biri için bu bilgi, ufkunu genişletici bir bilgi olabiliyor. Umarım benim hikayem ve çevresindeki bu bilgiler az da olsa ilginizi çekmiş, yapabileceklerinizi sorgulatmıştır.
Önünde uzayıp giden bir yolda yalnız başına ilerlemek, bir tepenin zirvesinde güneşin doğuşuna tanıklık etmek, bir gece yarısı dünyanın kafa lambasının ışığı kadar küçülmesi, bir yarışta bitişe yaklaşırken kaçıncı olduğun umurunda olmadan hissettiğin gurur… Bunları ve benzeri güzellikleri yaşamak için koşmanızı, bisiklete binmenizi ve yüzmenizi öneririm. İnsan vücudu gerçekten adaptasyona çok açık. Küçük aşamalarla ilerlediğinizde nelere adapte olabildiğine siz de şaşıracaksınız. Neleri yapabileceğinizin mümkün olduğunu öğrenebilmenin tek yolu, şu anda doğru olduğunu sandığınız sınırların ötesine, imkansıza adım atmaktır.

“Mümkün olanın sınırlarını bulmanın tek yolu bu sınırların ötesine, imkânsıza adım atmaktır.”
Arthur C. Clarke

“İmkansıza Adım Atmak” hakkında 16 yorum var

  1. tam da dediğiniz gibi ilham verici bir konuşma olmuş:)
    beynimizin bize yaptığı, yada bizim ona yaptığımız küçük oyunlara da o kadar inanıyorum ki.. bunun da en açık görebildiğimiz zamanlar spor yaparken geçirdiğimiz zamanlar oluyor, bu da çok gerçek!
    bayilirimboyleseylere.com

  2. 45+ den sonra iş yaşamımdaki stres sağlığımı iyice tehdit ediyordu, koşmak bana çok iyi geldi. Koşarken deneyimlediğim birçok duyguyu yazılarınızda da buldum. Lütfen yazmaya devam ediniz. Başarılar……

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir