Runfire Kapadokya Sonrası

Runfire Kapadokya Sonrası

“You’re better than you think you are and you can do more than you think you can!”
“Olduğunuzu düşündüğünüzden çok daha iyisiniz ve yapabileceğinizi düşündüğünüzden çok daha fazlasını yapabilirsiniz!”
– Ken Chlouber (Leadville)

Tuz Gölü'nde güneş batıyor. 50.km
Tuz Gölü’nde güneş batıyor. 50.km

Birkaç hafta önce Runfire Kapadokya (Cappadocia) Ultramaratonu’na (RFC)katılmaya henüz karar verememiştim çünkü halen kafamda şüpheler vardı. Üst üste o kadar kilometre koşmayı hiç denememiştim. O ana kadar haftada en fazla 100 km koşmuştum. Üst üste kilometre anlamında tek denemem 5 gün arka arkaya yarı maraton koşmak olmuştu. RFC’de ise 6 gün içinde 240 kilometreden fazla koşmam bekleniyordu. O kadar iyi miydim, bu kadarını yapabilir miydim? Bazen olur ya, kafanızda bir soru dolanıp dururken ummadığınız bir anda cevap karşınıza çıkıverir. Ben de, internette dolaşırken Ken Chlouber’in yukarıdaki cümlesine rastladım. Sanki doğrudan bana söylüyor gibiydi, o gün kararımı verdim.
RFC, çok güne yayılmış çok etaplı ve kendine yeterlilik ilkesi ile koşulan bir ultramaraton (multi-day, multi-stage, self-sufficient). Yani, birden çok -6- gün boyunca sürüyor ama her gün bir etabı koşuluyor ve yarış başladıktan sonra sadece yanınıza aldıklarınızla yetinmek zorundasınız. Uyumak, dinlenmek, karnınızı doyurmak, temizlenmek vb. tüm ihtiyaçlarınızı çantanızda taşıdıklarınızla karşılamak durumundasınız. Dolayısı ile iyi hazırlanmak şart. Bu konuda ben küçük bir yazı yayınlamıştım (Caner ise büyük bir yazı hazırlamıştı). Peki geçtiğimiz hafta düzenlenen bu yarış ve kamp süreci nasıldı? Gelin isterseniz şimdi elimden geldiğince detaylarıyla bunu anlatayım sizlere.

Runfire Cappadocia LogoYarış aslında 9 günü kapsıyor. İlk ve son gece otelde konaklanıyor ve bu konaklama yarış kayıt ücretine dâhil. Cumartesi günü öğle saatlerinde kalınacak otelde olmamız gerektiğinden İstanbul’dan Ankara’ya otobüsle gelen Caner ve Aykut’u, otobüslerinden iner inmez alıp arabayla Nevşehir-Uçhisar’ın yolunu tuttum. Ankara’dan yaklaşık 3,5-4 saat süren bir yolculukla otele ulaştık. Organizasyon, daha uzaktan farklı araçlarla gelecekler için transferler planlayabiliyor. Mesela Nevşehir ve Kayseri havaalanlarına veya Nevşehir otogarına ulaşanları minibüslerle getirdiklerini biliyorum. Otelde iki kişilik odalarda konakladık. Odaya girdiğimde yatağın üstünde bir hoş geldin yazısı ve programı bulmak hoşuma gitti. Yerleştikten sonra lobiye gidip kayıt oldum. Öğle yemeği yiyip Uçhisar’a dolaşmaya sonrasında da unuttuğumuz birkaç şeyi almak için markete gittik. Cumartesi akşam organizasyonun davetlisi olarak Argos in Cappadocia’da muhteşem bir manzara eşliğinde akşam yemeğimizi yedik.

“I want to thank the rest of you for making me look normal.”
“Hepinize, beni normal gösterdiğiniz için teşekkür etmek isterim.”
– Gordon Ainsleigh

Böyle zorlu bir coğrafyada bu sıcakta bu tip bir yarışa katılıyor olmam çevremde garip karşılanmama neden olduğundan diğer yarışmacılar ile bir araya gelmek aklıma yukarıdaki cümleyi getirdi. Hem öğle hem de akşam yemeğinde yarışta birlikte koşacağımız herkesle tanışma fırsatımız oldu. Bir çoğuyla daha önce internet aracılığıyla tanışmış olsak da yüz yüze karşılaşmanın ve sohbet etmenin keyfi başka oluyor. Özellikle Mustafa (Kızıltaş) abi ile görüşmeyi çok istiyordum. Cumartesi günü sohbet etme fırsatı yakaladık (tabii sonrasındaki günlerde de bol bol). İznik Ultra‘ya ve Çekmeköy Ultramaraton Yarışı’na gidemediğimden bu karşılaşmalar ve tanışmalar benim için ayrı bir heyecan taşıyordu. Gece otelde konakladıktan sonra sabah erkenden hazırlığa başladık. Argos in Cappadocia-Bezirhane’deki basın toplantısı ve protokol açılışı ardından sembolik start verildikten sonra Uçhisar’daki kampa yerleştik. Yarış süresince çadırdaki arkadaşlarım Caner, Aykut ve Yücel olacaktı. (Sonrasında 4G ve kurumsal kategorilerde yarışacak koşucular da geldikten sonra aramıza Yalçın abi de katıldı). Artık bu saatten itibaren yarışın kuralları işlemeye başlıyordu. Yani dışarıdan yiyecek yardımı almak (diğer koşuculardan, görevlilerden, yerel insanlardan yiyecek veya içecek satın alma) veya (başka bir koşucuya) vermek artık yasaktı. Peki, ben bu 6 gün için ne malzeme ve ne yiyecek getirmiştim? İleride yarışa katılacaklar açısından faydası olacağı düşüncesiyle aşağıda götürdüklerimin listesini paylaşıyorum. Yazının sonuna doğru yetip yetmediklerine dair detaylar vereceğim.

Runfire için malzeme ve yiyecek listesi
Runfire için malzeme ve yiyecek listesi (tıklayarak büyütebilirsiniz)

Bu noktada kamp alanından bahsetmekte fayda var çünkü ben bu konuda hiç bilgi sahibi olmayarak gittiğimden bazı konularda şaşkınlık yaşadım. Giderken, “6 gün boyunca yıkanmadan koşacağız ve çok kötü kokacağız” diye düşünüyordum ama kampta gördüm ki duş var. Evet, yanlış duymadınız kampta aynı anda 8 kişinin duş yapabileceği oldukça kullanışlı bir duş bölümü var. Organizasyonun kamp konusunu tümden başka bir ekibe bıraktığını öğrendim. Bu ekip de sanırım bu konuda oldukça deneyimli. Bir kamyonun arka kısmı portatif bir tuvalet ve duş setine dönüştürülmüş. 4 adet klozetli tuvalet, 2 adet pisuar, 3 adet lavabo ve az önce de belirttiğim gibi 8 adet duş bu kamyon sayesinde her kamp alanına hızla ve rahatlıkla taşınabiliyor. Buna uzun uzun değiniyorum çünkü hem çok ilgimi çekti hem de çok işime yaradı. Her gün koşulardan sonra duş almak ve üzerimdekileri yıkamak dinlenmemi ve toparlanmamı hızlandırdı. Aşağıda bu kamyonun fotoğraflarını görebilirsiniz.
Duş tuvalet kamyonu
Duş tuvalet kamyonu

Bu fasilite dışında kamp bir mutfak çadırı, bir büyük ana toplanma/yemek çadırı ve 12 adet yarışmacı çadırından oluşuyor. Çadırlar pratik biçimde kurulabilen kıl çadırlar. Hızla kurulup sökülebiliyorlar ama o güneşin ve sıcağın altında nefis serinlik sağlıyorlar. Tabanda naylon ve üstünde kilimler var. İlk bakışta bu zeminde mata gerek yok gibi geliyor ama bazı geceler mattan kayıp alttan soğuk yediğimi görünce matımı bırakmadığıma sevindim. Yarışmacılar kamptan ayrılır ayrılmaz ekip hemen çadırları sökmeye başlıyor ve yeni kamp alanına taşıyor.
Kamp alanı ve koşucu çadırları
Kamp alanı ve koşucu çadırları

İlk akşam ertesi günün brifingini alana kadar ne hangi gün kaç km ne de nerelerde koşacağımıza dair bilgimiz vardı. Bana bu gizlilik pek anlamlı gelmese de yarışmanın kuralı böyledir diyerek kabullendim. Kayıt anından itibaren sürekli GPS kullanımının zorunluluğundan bahsedildi. Saha ekibi, koşulacak rotaları GPS cihazlarına yükleyecekti ve koşucular bu rotayı izleyeceklerdi. Her türlü cihaza yükleme yapılabileceği söylense de ben temkini elden bırakmayarak arkadaşımdan ödünç aldığım Garmin CSx60’ı yanımda getirmiştim. Brifing öncesi Aykut ve Caner’in Forerunner 305 ve 401 saatlerine rota yüklenemediğinde canları epey sıkıldı. Çözüm olarak organizasyon onlara yarış boyunca kullanmaları için birer GPS verdi. Brifing sırasında koşulacak rota saha ekibi tarafından detaylı bir şekilde anlatıldı. Ama bu anlatım aslında biraz komik oldu. Çünkü koşulacak 28 km adres tarifi gibi (kayanın yanından sağa dön, çalıdan devam et, mavi kapıdan sola sap vb.) olunca hem anlatması çok uzun sürüyor hem de akılda tutması imkânsızlaşıyor. GPS zorunluluğu ve bu enteresan tariften de anladığımız üzere rotada yok denecek kadar az işaretleme yapılmıştı. Yani hem sürekli ekrandan GPS izini takip etmeliydik hem de zaman kaybetmemek için bu anlatımdaki bazı detayları anımsamamız şarttı. Ben bu tip başka yarışlarda hiç bulunmadım ama bildiğim kadarıyla yarışların büyük çoğunluğunda işaretleme çok kolay takip edilecek biçimde yapılıyor. Yurt dışı yarışlara katılanların anlattıklarına göre 30-50 metre aralıklarla, biri geçilirken bir sonraki görülebilecek şekilde işaretleme her zaman oluyormuş. İznik Ultra’da da bunun böyle olduğunu biliyorum. Dolayısıyla anladık ki bu yarış kendine özgü bir şekilde GPS takip yarışı olacaktı. Bunun bir kaç sakıncası var aslında: Öncelikle sürekli GPS’e bakarak koşmak zorunda olmak çevreyi izlemeyi engeller, böyle bir coğrafyada bu ciddi bir kayıp. Ayrıca elektronik cihazlara ve ara yüzlerine yatkınlık, GPS kullanımı gibi konularda herkes aynı derecede rahat olmayabilir, bu da onları dezavantajlı bir duruma sokar. Son olarak bozulma gibi durumlarda o etap koşucu için çok zor geçecektir, yedeği taşınmayacak kadar da ağır bir cihaz. Neyse, sözü burada çok uzatmayayım, zaten yarış boyunca bu uzun uzun konuşuldu.

“The 10-K is a race. The marathon is an experience. The ultra is an adventure.”
“10K bir yarıştır. Maraton bir deneyimdir. Ultra ise maceradır.”
– Bryan Hacker

Ertesi sabah da bizim maceramız başladı. Önceki gün sembolik olarak start aldığımız noktada o sabah gerçek startı aldık. İlk günün rotası Güvercinlik vadisinden geçerek başlıyordu. Vadinin içi labirent gibi olduğundan GPS’i hangi hassasiyete getirirseniz getirin kaybolmamak neredeyse imkânsızdı. Öyle de oldu, sanırım o gün koşanların birçoğu o vadide birkaç kez yolu şaşırdı. Vadinin hem dibinden hem de duvarlarında patikalar olduğundan yolu şaşırmak demek ya yukarı ya da aşağı yola sapmak demek oluyordu. Yanlışı fark edince de hem geri koşmak hem de yeniden yukarı çıkmak/aşağı inmek gerekiyordu. Vadiyi bir şekilde bitirdikten sonra daha rahat bir rotaya girdik ve koşu normalleşti. Bir kasabadan geçip başka bir vadiye girdik. Burası daha geniş ve ilerlemesi kolay bir vadiydi. Bir köpek olayı yaşadıktan sonra yolumu kesen iki de atla karşılaştım. Ardından sürekli tepe çıkıp inilen bir bölgeye geldik. Buradaki zemin ayaklarımın altını biraz rahatsız etti. Hatta “ayakkabıma bir şeyler kaçtı ve tabanımı rahatsız ediyor” diye düşündüm. Bu bölümde Mustafa abi ile birlikte koştuk. Onunla yan yana koşuyor olmak gerçekten gurur vericiydi. 3 hafta önce Gobi’de 9. olmuş ve daha tam dinlenemeden aynı yapıda başka bir yarışa gelmişti. Birlikte ilerlerken sohbet etme fırsatımız da oldu. Zemin, hiç alışık olmadığımdan beni çok rahatsız etmeye başlamıştı. O günkü rotanın bir kaç kilometrelik asfaltla sonlanacağını bildiğimden seviniyordum. Ama asfalta çıkınca gördük ki tümü yokuş yukarıydı. Mustafa abi de küçük bir fıkra ile neşemizi korudu: “Deveye sormuşlar, yokuşu mu seversin inişi mi diye, o da, düze ne oldu ki demiş?”. Finishte Mustafa abi çip okutmak için beni öne doğru itti, böylece ondan birkaç saniye önde bitirmiş oldum. Öyle bir koşucu ile bir etap bile olsa birlikte koşmuş ve bitirmiş olmak beni o kadar mutlu etti ki, ilk gün benim için nefis geçmiş oldu. Sonrasında Caner ve Aykut ile baraj gölüne bacaklarımızı sokarak toparlanmaya çalıştık.

RFC ilk gün finish sonrası
RFC ilk gün finish sonrası

“Everywhere is within running distance … if you have the time.”
“Her yer koşma mesafesindedir… Eğer zamanınız varsa.”
– Unknown

İkinci gün hava daha sıcaktı. Parkurun ilk bölümleri ise tamamen düzdü. Sıcağa rağmen koşu hızlı başladı. Ben de hem ön grubu hem de Caner ve Aykut’u çabuk bırakmak istemediğimden bu hıza ayak uydurdum. Ama o günün 43 km olduğunu bildiğimden bir süre sonra tempomu düşürüp geride kalmaya başladım. Parkur düz olduğunda insan yürümek için bir neden bulamadığından sürekli koşuyor. Oysa arada yokuşlar olduğunda biraz olsun dinlenmek için yürümeye bahane oluyor. Önceki gün ayakkabımın içine bir şeyler kaçtığını düşünmüş ama parkurun sonunda içinde hiçbir şey bulamamıştım. O gün ortaya çıktı ki tabanlarımda bazı sıkıntılar baş gösteriyordu. Çok sorun etmemeye çalışarak ilerledim. İkinci kontrol noktasından sonra Aykut ve Caner’den kopmuştum tamamen. O noktada bana tek 6G koşucusu olan Mesut eşlik etmek istedi. Aslında 6G parkurları bizimkilerden kısaydı ama Mesut bu kategorideki tek koşucu olduğundan bir çok gün parkurların neredeyse tamamını koştu. O günde 2. ve 3. kontrol noktaları arasında benimleydi. Bu bölüm neredeyse sürekli yokuş yukarı idi ve zemin çok bozuktu. Mesut’un verdiği motivasyonlarla 3. kontrol noktasına ulaştım. Oraya kadar arkama her dönüp baktığımda Elena’nın geldiğini görüyordum. Yarış boyunca fark ettiğim şeyi o gün ilk kez tanık oluyordum. Elena, sürekli aynı tempoda koşarak ilerliyor. Yokuş, iniş veya düz fark etmeksizin çok hızlı olmayan ama sabit bir hızda sürekli ilerliyor. Çok işe yarar bir ultra stratejisi olduğunu biliyorum, yarış boyunca da hem Elena’da hem de Sören’de bu yaklaşımı canlı izledim. Bense koştuğumda çok hızlı koşuyor, sonra yürüme molası verdiğimde de çok yavaşlıyordum. Son bölüm yine kötü bir zeminle dik iniş ve çıkışlar içeriyordu. Tabanlarım bu bölümde daha da fazla kendilerini hissettirdiler. Neyse ki bir önceki günle aynı sıralarda o günü de tamamladım. Aslında o etap benim bir yarışta koştuğum en uzun mesafeydi. Maratondan uzun ilk yarışımı da tamamlamış oldum. Kampa vardığımda Mustafa abi Caner ve Aykut’a masaj yapıyordu. Neyse ki Caner öğrendiklerini bende uygulamak istedi de ben de bu masaj furyasından nasibimi aldım. Sonrasında ayaklarımızı tuzlu suya batırıp dinlendik. Sudan çıkardıktan sonra tabanlarımı incelediğimde pek de hoş olmayan manzara ile karşılaştım. İki ayağımın da parmaklarının bittiği noktada (ayanın ön bölümü) bir lira büyüklüğünde su toplaması oluşmuştu. Ucunu yaktığım bir iğne ile içlerini boşalttım ve kötüye gitmemesini umarak dinlenmeye çekildim. İkinci günkü uzun koşunun ve sıcağın bana bıraktığı ikinci şey ise ağır ishal oldu. Neyse ki Aykut’tan aldığım Ersefuriller ve Aylin’den aldığım Lomotil hızla etkisini gösterdi.

RFC ikinci gün rotadan görüntü
RFC ikinci gün rotadan görüntü (Foto: Caner)

“If it hurts, make it hurt more.”
“Acıyorsa, daha da acıt.”
– Percy Cerutty

Üçüncü günün mesafesi 33 km olarak açıklandı. Sabah koşu öncesi son işim tüm su toplamalarını patlatmak ve üzerlerini bantlamak oldu. Ama bu konuda çok bilgisiz olduğumu fark ettim. Çünkü daha önce neredeyse ayaklarım hiç su toplamamıştı. Döndükten sonra Jonathan’ın su toplamalarını bantlamak hakkındaki şu yazısına göz atınca anladım ki bu konu gerçekten ultra koşmak için detaylı çalışılması gereken bir konu. Üçüncü gün, Acıgöl çevresinde bir tur atıp terkedilmiş bir Ermeni köyü olan Sofular köyü içinden geçtik. Bu köyde yokuş aşağı bölümde zikzak bir yol görünüyordu GPS izinde. Ama düz bir şekilde daha kısa koşulabilecek bir yol daha vardı. Koşucuların çoğu hızlı gittiklerinden bunu fark etmediler ve düz indiler aşağıya. Biz izi fark ettiğimizden ve bunu fark etmişken diğer yolu tercih etmek içimize sinmediğinden zikzağı yaptık. Bence burada hem işaretleme çok önemliydi hem de bir gözlemci şarttı. Bu tip yarışlarda koşanların kötü niyetle bu tip şeyleri yapacağını hiç düşünmedim ama herkesin aynı mesafeyi koştuğundan emin olunmalı. Bu köyden sonra ciddi bir çıkış bizi bekliyordu. Yaklaşık 5-6 km içinde neredeyse 500m kazandık. Tabii yolun çoğunu yürüdük. Bir miktar daha patikada ilerledikten sonra Güzelyurt Yüksek Kilise’ye kadar asfalttan koştuk. GPS izinde hemen yüksek bir kayalığın yanından geçen bölümde kayalığın üzerinden mi yoksa altından mı gideceğimizi şaşırdığımızdan epey zaman kaybettik. İşaretlemenin çok değerli olduğu yerlerden biri de burasıydı. Sonrasında o gece konaklayacağımız kamp alanına ulaşarak üçüncü günü de tamamlamış olduk. Hemen tuzlu suya soktuğum ayaklarım artık 4 saat öncesine göre daha da yaralıydı. Endişemi bir nebze azaltan ise çevredeki birçok koşucunun aynı durumda olmasıydı.

RFC - Acıgöl
Acıgöl (Foto: Caner)

Dördüncü günün sabahı tabanlarımla uğraşırken artık içlerinden sadece su değil sarı bir sıvı da aktığını gördüm. Bunun anlamı enfeksiyon olabilirdi. Ambulanstan aldığım batikon ile elimden geldiğince temizlemeye çalışıp yeniden bantladım. O günkü koşu 28km civarı olacaktı, buna dayanabilirdim. Etabın ilk bölümlerinde Ihlara Vadisi‘ne girdik. Yüründüğünde güzel manzaralar eşliğinde uzun süren vadi keyfi, koşunca hızla bitiverdi. Yukarı çıkmak için yaklaşık 400 basamaklı merdiveni kullandık. Merdivenler beni yordu diye düşünürken vadi dışında da uzun süre yokuş yukarı ilerlemek zorunda olduğumu görünce sıcağı daha fazla hissetmeye başladım. Bir süre sonra tarlaların arasında ilerleyen ve sanırım RFC’nin en yeşil kısmı olan yollarda koştum. Burada, yalnızlık ve doğa ile baş başa kalma hissini çok derinden yaşadım. O yollar bitmesin istedim. Ama son bölümde yine asfalta çıktık ve göl kenarında o günü tamamladık. Bu etabın sonunda bizi minibüslerle yapacağımız 2 saatlik bir yolculuk bekliyordu. Çünkü artık Tuz Gölü’ne gitmemiz ve bizi bekleyen 95km’lik uzun etaba orada başlamamız gerekiyordu. Bir minibüsü dolduracak kadar koşucunun tamamlanmasını beklerken Caner ve Aykut’la yine göle bacaklarımızı soktuk. Girer girmez gölün çok pis olduğunu hatta belki kanalizasyon karışmış olabileceğini fark ettim. Tabanlarımdaki yaraları düşündüm. Hemen çıktım ama çok geçti, yanlış bir hareket yapmıştım. Belki de orada daha fazla mikrop kapmış oldu yaralar. Sonrasında minibüsler hiçliğin ortasında uçsuz bucaksız bir düzlükte bulunan kamp alanımıza gittik. Yolda uyukladığımdan yolculuk bana kısa geldi.
Kamp alanı – panaromik fotoğraf için Caner’e teşekkürler (büyük hali için tıklayınız)

“Sometimes I seem to see a difficulty, but then again I don’t see it.”
“Bazen bir zorluk görüyor gibi oluyorum ama sonra görmemeye başlıyorum.”
– Gottlob Frege

Uzun günün öncesinde sevgili eşim Başak bizimle yukarıdaki sözü paylaştı. Hiç ultramaraton koşmamış olan ben ultramaraton içinde ultramaraton koşacak olmaktan dolayı bazen bir zorluk görür gibi oluyordum :). Sonra dört gündür yaptıklarımı, yapabildiklerimi anımsayıp zorluğu görmez oluyordum. Neredeyse tüm çok etaplı ultramaratonlarda mesafe şablonu benzer oluyormuş. Önce 30-40 km gibi 3-4 gün ardından uzun bir etap ve çok kısa bir etapla son. Yaklaşımdaki fark dinlenme gününün uzun etap öncesi veya sonrası yapılması olurmuş. Mesela Likya Yolu Ultramaratonu‘nda (LYUM) dinlenme günü önce olmuş ve uzun etaba gece başlanmış. RFC’de ise uzun etap öğlen 12 gibi başlayıp ertesi sabaha kadar sürecek, dinlenme günü de ertesi gün tüm gün olarak kabul edilecekti. Her sabah saat 8-9 gibi koşmaya alıştığımızdan öğle saatlerini beklemek zor geldi. O boşluğu ayak bakımı ile geçirdim. Tabanlarımdaki yaralar (artık çok daha büyüklerdi) ve çevreleri hiç iç açıcı görünmüyordu. Yine elimden geldiğince temizleyip bantladım. Üzerlerine basamıyordum ama bir ağrı kesici ile yarışa hazır hale gelebildim. Nasılsa koşmaya başladıktan sonra acıyı hissetmemeye başlayacağımı önceki bir iki günkü deneyimlerimden biliyordum. O an düşünmediğim şey ise önceki günlerdeki 4-5 saatlik koşuların aksine bugün beni en az 13-14 saatlik bir koşunun bekliyor olduğuydu. Koşmaya başladığımızda ilk 3-4 km dümdüz bir ovada ilerlediğimizden burada koşmanın koşu bandında koşmaya benzediğine dair konuşmalar geçti aramızda. Ne kadar koşarsak koşalım manzara değişmiyordu. Ben yine başlarda öndeki ekibe tutunmaya çalıştım. Bir süre sonra havanın aşırı sıcağı ve önümüzdeki çok uzun kilometreleri hatırlayarak yavaşlama kararı aldım. O gün için stratejim sadece önümdeki ilk kontrol noktasına ulaşmak ve her seferinde bir sonrakine odaklanmaktı. Beşinci kontrol noktasına kadar öyle de yaptım. Her kontrol noktasında içmek için aldığımız sular biraz daha sıcaklaşıyordu. Ilıklaşmaktan değil sıcaklaşmaktan söz ediyorum. O kadar sıcaktı ki sular artık içerken midem bulanmaya başlamıştı. Her noktada soğuk su soruyordum ama hep beşinci kontrol noktasında olacak deniyordu. 40. kilometreyi geçerken ellerimin şiştiğini fark ettim (belki ayaklarım da şişmişti bu sırada). Aykut’un RFC’den hemen önce yazdığı su ve elektrolit dengesi hakkındaki şu yazısında yer alan tabloyu anımsamaya çalıştım. Ne zaman ellerde şişme oluyordu? Anımsayamadım. Hemen Caner’i arayıp yanındaysa Aykut’a sormasını istedim. Benim telefonumdan sonra onlar da ellerinin şiştiğini fark etmişler. Fazla su alıyorduk ama onu destekleyecek kadar elektrolit alamıyorduk. Hava çok sıcaktı ve çok kuru bir rüzgâr esiyordu. Sürekli terliyorduk ama kıyafetlerimiz kupkuruydu. Aldığımız sıvı çıkarken tuzu da beraberinde hızla götürüyordu. Hemen iki adet elektrolit tableti attığım suyu tükettim. Biraz da tuz aldım. 52.km’deki kontrol noktasına ulaşmak için Tuz Gölü üzerindeki tuzda yürümemiz gerekiyordu. Bu tuza çıkana kadar biçilmiş tarlalarda 20km kadar ilerledim. Bu bölümdeki zemin benim için fazlasıyla kırıcıydı. Tabanlarım inanılmaz ağrıyordu. Tuza çıktıktan sonra kontrol noktasını görmeye başladım. Ne kadar ilerlersem ilerleyeyim yaklaşamıyordum. Ya bir görsel algı hatası vardı ya da sıcaktan saçmalamaya başlamıştım. Bu sırada güneşin batmakta olduğunu ve güzel manzarayı fark ettim. Birkaç fotoğraf çekip eşime gönderdim. Kontrol noktasında değişen rotanın GPS’e yüklenmesi için 10 dk zorunlu mola vardı. Bir şeyler yiyip dinlendim. 10 dk sonunda hemen yola koyulup karanlık basmadan tarlaları geçmeye çalıştım. Tank yoluna çıktığımda bir anda tabanlarımdan ötürü ilerleyemez hale geldim. Önce yürümeye sonra yavaş yürümeye sonra ise seke seke zar zor ilerlemeye başladım. Bir sonraki kontrol noktası 65. km’deydi ve ambulans ile sıcak su vardı. Oraya varabilmek için elimden geleni yapıyordum ama zaman su gibi akıp geçse de ben arpa boyu yol kat edebiliyordum. Arkamdakiler gelip geçmeye başladılar. Hepsi yardım teklif etti ama devam etmelerini söyledim. Sonra yine 6G koşucusu olan ve aslında o günkü etabı bitmesine karşın tüm etabı tamamlamaya karar vermiş olan Mesut çıkageldi. Israrla kontrol noktasına kadar bana eşlik etti. 1,5 km’lik yolu 2 saate yakın bir sürede zor geçtik. Kendimi ambulansa zor attım.

Tuz Gölü kıyısında ilerlerken
Tuz Gölü kıyısında ilerlerken

“A tactical retreat is not a bad response to a surprise assault, you know. First you survive. Then you choose your own ground. Then you counterattack.”
“Sürpriz bir atak karşısında taktiksel olarak geri çekilmek kötü bir tepki değildir. Kendi cephenizi seçersiniz. Ve sonra karşı atağa geçersiniz.”
Lois McMaster Bujold

Ayaklarımı batikon ile yıkadılar. O an hissettiğim acı on üzerinden dokuzdu diyebilirim. 15-20 dakika boyunca acı geçmeyince ağrı kesici istedim. Bir yandan acıyla uğraşıyor bir yandan da nasıl devam edeceğimi düşünüyordum. Bir iki defa eşimi arayıp konuştum. 45 dakika sonra yeniden ayaklarımı ayakkabıların içine sokuşturdum ve yola çıktım. 500 m gitmiştim ki bu şekilde ilerlemeye çalışırsam acayip yürüyüşümden dolayı dizlerimi veya bileklerimi sakatlayacağımı fark edip geri döndüm. O 500 metrelik geri dönüş sırasında çok düşündüm. Bazen bırakmaya karar vermek devam etmeye karar vermekten daha zordur. Daha büyük ve uzun sürecek sakatlıklara yol açmanın daha aptalca olacağını düşünerek bırakma kararımı görevlilere açıkladım. Sabaha kadar ambulansta uyudum ve minibüsle kampa döndüm.
AyaklarMinibüsün şoförü yolda Şereflikoçhisar’da bir fırından sıcak pide aldı “abi artık sana serbest değil mi?” diyerek büyük bir parça uzattı. 4-5 gündür çorba ve erişte yiyor olduğumdan pide nefis gitti. Zaten çok acıkmıştım, bir tüm pideyi götürdüm. Kampta UMKE (Ulusal Medikal Kurtarma Ekipleri) arabasına ayağımı göstermeye gittim. Bir tabanımdaki derinin tamamını aldılar ve ikisine de pansuman yapıp ayaklarımı sardılar. Ekip oldukça başarılı ve özverili şekilde çalışıyor. Titiz bir çalışma şekilleri var ve ne zaman ihtiyacınız olsa yardıma koşuyorlar, sağ olsunlar.

“Don’t cry because it’s over, smile because it happened.”
“Bittiği için ağlama, yaşanmış olduğu için gülümse.”
— Dr. Seuss

Yarış benim için önceki gece bitmiş olsa da devam edecek olan diğer koşucular cumartesinin tümünü dinlenerek geçirdiler. Ertesi sabah 18 km’lik bir etap daha koştular ve RFC 2012 tamamlandı. Cumartesi günü tüm koşanlardan bitiş noktasında ne istediklerini soran organizasyon ekibi, tüm bitirenlere istediklerini sağlamayı başardı. Pidesinden pizzasına, ayranından birasına, hatta kırmızı şarabına kadar eksiksiz çalışmışlardı. Bunca yorgunluğun ve yoksunluğun üstüne ben de hak etmediğim halde bir soğuk bira içtim arkadaşlarımla. Ardından otele gidip temizlenme ve karın doyurma safhası geldi. Son olarak da pazar akşamı finish noktasında bir ödül töreni düzenlendi. Muhteşem manzaraya sahip Uçhisar kalesindeki tören sonrasında beklemeden Ankara’nın yolunu tuttuk.
Organizasyon değerlendirme
Öncelikle şunu belirtmek gerek, RFC Ultramaratonu’nda 29 kişi start aldı ve 23 kişi yarışı tamamladı ancak bu koşuculara (tabi 4g, 6g ve kurumsal koşuculara da) yaklaşık 60 kişilik bir ekip hizmet etti. Yani neresinden bakarsanız bakın uygulanabilir (feasible) bir etkinlik değil. Ama organizasyon büyük çaba ile bunu başarıyor. Çok sayıda insan koşucular için çalışıyor; organizasyon ekibi, gönüllüler, saha ekibi, kamp ekibi, mutfak, çadır kurup sökenler vs. Bu tip organizasyonların iyiye gitmesi için daha çok koşucuya ihtiyaç var. Kesinlikle koşucudan alınan parayla götürülebilecek bir iş değil. Sponsorlar ve çok sayıda destek lazım. Öte yandan işin içinde çok sayıda paydaş olduğunda koordinasyon da inanılmaz zorlaşıyor. Organizasyonun ana ekibi 3-4 kişi ve bu kadar büyük bir koordinasyon işinin içinden hatasız çıkmalarını beklemek acımasızlık olur. Yine de çok çok iyi yürütüldü tüm işler bir hafta boyunca. Ekibi tebrik etmek lazım.
Yurt dışında benzer organizasyonların çokça ün kazanmış olanlarına katılanlardan duyduğumuz kadarıyla RFC birçok açıdan onlardan üstün. Çöl maratonlarında koşuculara neredeyse hiç konfor sağlanmazken burada lüks denebilecek bir ortam varmış. Ünlü çöl yarışlarının koşuculardan, burada ödenen meblağların birkaç katını talep edip çok daha azını sunmaları yarış sırasında tanıştığımız bazı yabancı koşucuların dillerinden düşürmedikleri bir detaydı.
Bence kurallar çok daha net konulmalı ve işletilirken de o kadar net olunmalı. Sanki bazı anlarda kurallar anlık olarak ortaya kondu ve işletildi. Aslında bunu anlamak çok güç değil. Koşucuların sayısı ve ciddiyeti arttıkça bu yaklaşımlar da giderek netleşecektir. Seyahat saatleri, koşuya başlama zamanları, ara nokta süre kısıtları gibi konular son anda belli oluyordu. Bu biz Türkiye’de yaşayanları çok etkilemese de yabancı koşucular, özellikle kuzey Avrupalılar bu durumdan rahatsız oldular. Saat 8:30’da minibüslere binilecek dendiğinde 9:15’de binilmesi gibi durumlar yaşandı. Bizler burada bu tip toleranslara sahibiz ama ileride daha çok yabancı geldiğinde daha dikkatli olmak gerekir. Bir başka örnek de uzun gün yaşandı. Koşucular hiçbir ara noktada sıcak su olmayacağını varsaydılar. Bazıları bu nedenle yarış başlamadan önce çok yemek yediler. Tam start anında 17 numaralı noktada sıcak su olacağı duyuruldu. Birlikte koştuğumuz İtalyan Dino, “bu kötü oldu” dedi. Sıcak su bulamayacağı için çok yemek yemişti ve midesi ilk 20 km içinde çok kötü oldu; hatta çıkardı sanırım. Bu konuda epey söylendi; “sıcak su olacağını bilsem daha az yemek yerdim” diye.
Saha ekibi çok çalıştı, çok yoruldu. Koşucuları rahat yarıştırmak ve güzel rotalarda koşturmak için çok çaba sarf ettiler. Ama yukarıda da değindiğim gibi işaretleme konusu beklentilerin çok altındaydı. Birçok organizasyonda bu iş bir şekilde halledilebiliyor. Evet, belki bütçe ve zaman meselesi ama beklentimiz GPS’e sadece kaybolduğumuzda ihtiyacımız olacak ve çevreden zevk alarak koşacak kadar net bir işaretleme. Bu şekilde RFC çok daha mükemmel olabilirdi. Belki de bu ekipte çok etaplı ultramaratonlara sık sık katılan koşucular olmalı. Saha ekibi kontrol noktalarının yeri ve bu noktalardaki hizmet konusunda ise oldukça iyi iş çıkardı. Hepsinin eline sağlık.
Kamp ekibi konusunda çok söze gerek yok. Bence kamp olabilecek en iyi düzeyde. Her şey olması gerektiği gibi. Onların da tümünün ellerine sağlık. Duş, tuvaletler, çadırlar çok iyi. Çadırlarda ampulle aydınlanma ve yakınlarda prizler bile vardı. Koşucular, rahat çadır, sürekli sıcak su ve duştan başka ne ister ki…
Aklıma takılan şeylerden birisi de tüm etkinliğin çevreye çok daha saygılı olabileceği konusu oldu. Sponsorlardan birisi bir su firması. Sürekli her yerde yarım litrelik pet şişelerde su tüketildi. Nereye baksam onlarca boş pet şişe görüyordum. Su, en azından kampta 1,5 litrelik şişelerle dağıtılsa şişe sayısı üçte bire düşer. Bence daha da ileri gidilip hiç pet şişe olayına girilmemeye çalışılmalı. Nasılsa her koşucunun yanında yeme içme için kap var. Bu konuda bir miktar çalışılması hem LYUM hem de RFC için iyi olacak düşüncesindeyim.
Kayıtta verilen tişörte değinmeden geçmek istemedim. Tişört çok kaliteli ve hoş görünüyor. Ama sadece ön tarafında Runfire Cappadocia yazıyor. Bilmeyen herhangi biri bunun ne tişörtü olduğunu anlayamaz. Festival mi, konser mi? En azından arkasında “Ultramaraton” yazabilirdi. “6 gün ve 240km” gibi bir ibare olabilirdi. Bir yarış tişörtünü giydiğimde görenlerin hangi yarışta ne yaptığımı anlamaları hoşuma gider doğrusu.

RFC Mert
Peri bacaları arasında koşarken (Foto: Caner)

Kendi değerlendirmem
1. Gün: 30.3km 3:44
2. Gün: 43.3km 5:07
3. Gün: 32.9km 3:59
4. Gün: 27.2km 3:02
5. Gün: 65.0km ~9:00
Ayaklar - Su toplaması
Dönüşte doktorun çektiği foto (tıklayarak büyütebilirsiniz, yaradan rahatsız olanlar tıklamasın)
Her yerde duyar okuruz, ultramaraton etiği, sakatlık da olsa, acı da olsa, sürünerek de olsa bitirmek için sürekli ilerlenmeli. İnsana, bırakma kararı aldıktan sonra her bakışta, her söylemde, bu ultramaraton etiğine uymadığını ima eden şeyler varmış gibi geliyor. Ben bu konuda elimden geleni yaptığıma inanıyorum. Belki çok acı çekerek kalan 30 km’yi zaman sınırları içinde bitirme olasılığım varmış gibi görünebilir ama bunu yapmak için yürüme formumu çok fazla değiştirmek zorunda kalacaktım. Bunun kalıcı diz ve bilek sakatlıklarına yol açabileceği düşüncesi bırakma kararımdaki en büyük etken oldu. Verdiğim karardan pişmanlık duymuyor, üzülmüyorum. Yarışa giderken gücümün veya enerjimin yetmeyebileceğini düşünüyordum. Oysa ilk dört gün çok başarılı koşular yaptım. 5. gün de hiç fena gitmiyordum. 60. km’de halen gücüm yerindeydi. Tabanlarım sağlam kalsaydı eminim çok kötü olmayan bir sürede o etabı da çıkaracaktım. İşte bu yüzden finishe gelemesem de bu yarış kendime olan güvenimi artırdı.
Beni ve antrenmanlarımı takip eden herkes bilir, sürekli ya asfaltta ya da pistte antrenman yaparım. Ayaklarım düz ve pürüzsüz zeminlerde koşmaya alışmıştır. Çok nadiren patikaya çıkarım. Patikadan ise hiç çıkmadım. Bir tane trail ayakkabım var ve onu da 300km kullandım sadece. Belki de yarısı asfaltta geçti bu kilometrelerin. Patikada ve kötü zeminde antrenman yapmadığımdan çorap seçiminde de başarısızım. Dolayısı ile tabanlarımda yaşadığım sorunun tüm sorumluluğu yine bende. Hata tamamıyla benim. Benzer zeminde ve eğimde yetersiz antrenman, ayakkabı seçiminde yetersiz bilgi ve önlem almakta gecikme. Ama bir musibet bin nasihatten iyidir. Artık 10 gün öncesine göre çok daha fazla deneyimliyim. En azından böyle bir yarışı tamamlayabilecek gücüm, nefesim, enerjim ve zihinsel hazırlığım olduğunu biliyorum. Geriye sadece ayakları korumak ve kollamak kalıyor.
RFC - Götürdüklerim
RFC – Götürdüklerim

Götürdüklerim konusuna gelince… Götürdüğüm malzemeler, yiyecek ve içecekler tam olması gerektiği kadarmış. 24 litrelik bir çantaya sığdım. İlk günlerde uyku tulumunu çantanın dışında taşıdım. Üçüncü günden sonra o da çantaya girdi. Yiyecekleri gramajları ve kalorileri ile detaylı olarak çalıştığımdan, günlük yeterli kaloriyi aldığımdan emin olmak içimi rahat tuttu. Hiç aç kalmadım. Bazı zamanlar kendime keyif kahvesi veya sıcak çikolata dahi hediye edebildim. Bu tip bir yarışa katılacaklar yukarıdaki listelerden faydalanabilirler. Ama herkesin ihtiyaçlarının farklı olabileceği unutulmamalı.
Su taşımak için listemde sifon yazıyor ama çantaya malzemeleri tam olarak sığdırdığımda sifona ve içine girecek 1,5 litre suya yer kalmadığından Salomon’un bele takılan ikili şişe taşıyıcısını aldım yanıma. Normalde bu şişeler arkada olacak şekilde kullanılıyor ama sırtımda çanta olduğundan şişeler önüme gelecek şekilde kullandım. Daha önce hiç denememiştim ama riski aldım. Aşırı bir rahatsızlık vermedi. Ancak karnımın üstünde böyle bir fazlalık olmamasını tercih ederdim.
Eksikliğini hissettiğim ise daha detaylı hazırlanmış bir ilk yardım seti oldu. Yeterli ilaç almamıştım. Ayrıca ayaklarımı korumak için bantlamam gerektiğinde hep ambulanstan yardım almak zorunda kaldım. Onlarda da bana uygun ve iyi malzeme olmayabilirdi. Böyle bir yarışa giderken daha iyi bir set hazırlamaya dikkat edilmeli.
Caner OdabaşoğluNot: Caner yarış sırasında her gün aksatmadan o günle ilgili yazısını ve fotoğraflarını Uzun Patika‘da yayınlayarak hem koşup hem de basın görevini üstlenmenin güzel bir örneğini sergiledi. RFC’nin nasıl yaşandığını tam olarak anlayabilmek için yazılarını tavsiye ederim:
Runfire ultra gunlukleri – ilk yazı
Runfire gün 1
Runfire gün 2
Runfire gün 3
Runfire gün 4
Runfire gün 5
Runfire gün 6
Güncelleme:
Diğer yarış raporları: Aykut’tan ve Caner’den

“Runfire Kapadokya Sonrası” hakkında 14 yorum var

  1. Sevgili Mert,
    RFC’yi çok güzel anlatmışsın. ”Every journey starts with a single step…” Sanırım bizim için bu yarış bir ilk adımdı.
    Yücel

  2. Ellerine kalemine sağlık Mert. Bir solukda okudum yazdıklarını. Eksikliklerimizi görmemiz açısından gerçekten objektif bir yazı olmuş. Bunu dikkate alacağımızdan emin olabilirsin. Likya Yolu Ultra maratonunda görüşmek üzere…
    Serdar.

  3. Mert,
    Çok samimi ve güzel olmuş. Cep telefonumdan, minnacık harfler olmasına rağmen soluksuz okudum. Kalemine sağlık. Verdíğin bilgileri, LykiaYolu için iyIce inceleyíp değerlendireceğim. Teşekkürler.

  4. Mert kalemine saglik, ben de tek solukta okudum. Aklimda en cok 60kdan devam ederken geri donus anindaki dusunceler, birakma karari verme sureci kaldi. Insanin o anda uzun vadeli dusunup akilci karari verebilmesi buyuk olgunluk. Slm

  5. Eh usta, ayakların demek ki “şiltenin altındaki bezelyeyi” hissetmiş 🙂 Ben seni rally’ye giren F1 arabasına benzettim biraz. Yarış bırakmak garip bir iş, bazen fiziksel kısmı kadar olmasa da yarışın kendisinden daha yorucu ve yıpratıcı olabiliyor. Yol uzun, zaman bol. Dert yok. Ayaklar düzelsin, gerisi fasa fiso. Ayakların sana, sen bize lazımsın.

  6. Yaşamış kadar oldum.. Teşekkür ederim..Gelecek seneki yazınızı şimdiden bekliyorum..:))) Sevgiler

  7. Ustad , eminim ki anlatacagin daha cok sey var, yazin cok surukleyici olmakla beraber ayrintilari da senden dinlemek daha muthis olur eminim. İlk defa denedigin bu ultramaraton acilarin yanisira sana muthis bir deneyim kazandirmis, o ayakla o kadar yuruyebilmekte gercek survivor olmus, ayaklarina saglik, yuregine saglik, daha nice basarilara imza aticagindan hic suphem yok, yanindayiz arkadasim

  8. Geri bildirim: İznikUltra 2013 | Ritim

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir