2010 Berlin Maratonu – Ilgaz

2010 Berlin Maratonu – Ilgaz

Ilgaz Kuruyazıcı
Ilgaz Kuruyazıcı
Pazar günü (26 Eylül 2010) Berlin Maratonu’nu koştuk. Koştuk diyorum çünkü orada Dailymile‘dan 3 arkadaş daha koştu – Ilgaz, Ayşin ve Mark. Almanya’ya gitmeden önce yarışın öncesini, sonrasını, yarış sırasındaki deneyimlerimizi ve hazırlık çalışmalarımızı içeren yazılar yazıp paylaşmayı kararlaştırmıştık. İlk yazı Ilgaz’dan geldi.
Dün Berlin’de 4. Maratonumu koştum. Hazırlığıyla, seyahatiyle, kazandırdığı dostlarıyla, koşusuyla çok güzel bir deneyim oldu Berlin benim için.

Hazırlık

Aylar öncesinden koşu arkadaşım SelimCan’la hayaller kurmaya başlamıştık, artık yurt dışında bir maraton koşsak diye. Yarış tecrübemiz olmasa da yurt dışı seyahat tecrübelerimize dayanarak böyle bir organizasyonun nasıl olabileceğini az çok tahmin edebiliyorduk. Yeterli antrenman zamanını ayırıp yıllık koşu takvimine baktık, o dönemlere denk gelen Avrupa koşularını inceledik. Bu iş organizasyon tarafı kuvvetli olması gereken bir iş olduğu için de Almanları seçtik. Önce Köln veya Frankfurt Maratonlarını düşünürken, ikimizin de henüz görmemiş olduğu bir şehir olan Berlin’e gözümüz takıldı. Tarih de güzel gözüküyordu, 16 haftalık programı uygulayacak fırsat da vardı, “hadi gidelim bari” dedik. O kadar önceden karar verip girişimde bulunmanın bir sürü faydası var, en basitinden kontenjan dolmadan yarışa kayıt olduk, otelde yer ayarladık, hatta kredi kartı millerimizle avantajlı ve konforlu uçak biletlerimizi bile aldık. Her şey hazırdı, sadece antrenman yapmak kalmıştı…
Sonra öğrendik ki Berlin en güzel parkurlardan biriymiş. İniş çıkış yok, dümdüz şehir. Bir güzel tesadüf de henüz o zamanlar tanışmadığımız ama sonradan samimi olacağımız üç arkadaşımız Mark, Ayşin ve Mert de Berlin’e kaydolmuş. Mark’la tanışıklığımız herhalde 3-4 yaşlarımıza denk gelir, ama anca yıllar sonra birbirimizi Riva Koşusu’nda bulup şaşırmıştık…
SelimCan’la hadi bu hafta başlayalım yok gelecek hafta derken bir de takvime baktık ki, bizim 16 haftalık süre çoktan başlamış. Dehşet içinde kitabımızı karıştırırken bir de 12 haftalık program olduğunu fark ettik, biraz içimiz rahatladı. İkimizin işleri, evleri, aile düzenleri farklı olduğu için hafta arası koşuları kendi imkânlarımızla, hafta sonu koşularını da Belgrad Ormanı’nda berber koşmaya başladık.
Bu programa başlarken göbeğimden kurtulmaya karar verdim, en azından koşu süremi kısaltmak için faydalı olacaktı. Ancak yoğun spor ve doğru beslenmeyi kendi bilgilerimle bir arada götüremedim, tavsiye üzerine, aynı zamanda bir sporcu beslenme uzmanı da olan diyetisyenime gitmeye başladım. Yapılan ölçümlerde kan değerlerim üst sınırlarda, kilom da fazla çıktı. Bu yüklerle o kadar mesafe koşmanın pek de bir anlamı yoktu, derhal hedef koyarak rejime başladım. Rejim işi bir bakıma benim için motivasyon oldu, gün boyu kafamda koşu fikri ile dolaşmamı sağladı. Ve düzenli kilo verdikçe bunun koşu performansıma nasıl etki ettiğini de net olarak görmeye başladım.
Maraton için izlediğimiz program haftada 4-5 gün koşu veren, hatta en tepe yaptığı noktalarda hafta arası neredeyse en kısası 1 saat olan koşular içeren yapıdaydı. Hafta sonları da 3-3,5 saate kadar koşmak gerekiyordu. Bu tempoyu sosyal hayat ve aile düzeni ile korumak, bir taraftan da işimi aksatmamaya çalışmak düşüncesi başta beni endişelendirdi. Sonra çözümü erken kalkıp sabahları koşmakta buldum. Bu sayede uykudan fedakârlık ederek diğer tüm detaylara sahip çıkabiliyordum. Programa toplamda 4-5 koşu kaçırarak uydum. Bence en önemlileri olan 32 km koşularını eksiksiz yapabildim, hatta arada 26 olması gereken bir koşuyu 32 km olarak bile koştum.
Belli bir seviyenin üzerinde ve hedefe yönelik antrenman yapıyorsanız, sadece yola çıkıp ha babam koşmak yetmiyor. Güçlenme ve hızlanma için koşunun ortasında hız ve temponuzu değiştirmeniz, hatta bazen hızınızla koşu boyu oynamanız gerekiyor. Mesafeyi önceden belirleyerek dönüş noktasını bilmek ve oraya kadar koşup gelmek mümkün, hatta saat de tutarsanız ne mesafeyi ne zamanda koştuğunuz ortaya çıkıyor. Ama iş belli bir mesafeyi belli bir tempoda koşarken araya bilmem kaç tane bilmem ne kadar uzunlukta daha hızlı bölümler eklemeye gelince ölçüm ve kontrol işi sapıtıyor. En kolay çözüm kola takılan koşu bilgisayarı/saati kullanmak. Bu aşamaya gelince de markalar, modeller, fiyatlar kafa karıştırmaya başlıyor. Ya çok okuyup inceleyip takip ederek bir karar vereceksiniz, ya da bu konuları yutmuş, her türlü detaya hakim akıllı bir arkadaşınız olacak. İşte o noktada sahneye Mark çıktı, marka model seçiminden ucuza yurtdışından getirme yöntemine kadar ön ayak oldu, kısa sürede cihazıma kavuştum. Artık koşularımı daha bilinçli ve olması gerektiği gibi yapar olmaya başladım, ya da başka bir deyişle yaptığımı zannettiğim şeylerin aslında eksik, yanlış veya farklı olduğunu görmeye başladım. Bu küçücük kol saatinin bana çok büyük bir katkısı daha oldu. Mark dedi ki, “bu saatle yaptığın antrenmanları internette bir sayfaya yükleyebilirsin, orada bizler gibi spora meraklı her tür insan var, sosyal ağ olarak da faydalı, çok motive edici”. Başta sosyallik tarafı çok bir şey ifade etmese de en azından yaptığım antrenmanları takip edebilme adına kayıt olayım bari dedim. Kayıt olup da değerleri girmeye başlar başlamaz hoop 4-5 tane arkadaş türedi. Facebook tarzı olaylara oldum olası sinir olurum ve mesafeli davranırım, bu da başta biraz öyle geldi. Sonra baktım insanlar samimi, destek oluyorlar, bilgi paylaşıyorlar, en önemlisi koşuyorlar ve koşuyu seviyorlar. Futboldan başka spor bilinmeyen memleketimizde ne büyük bir lüks aslında koşu sporuna gönül vermiş insanları bulabilmek. Derken bu Dailymile ortamına kendimi kaptırıverdim. Bilgisayar başında arkadaşlarımın antrenmanlarını okuyup yorumlar yazarak geçirdiğim saatler sebebi ile ev halkının tepkileri artar oldu. Hiç ölçüm yoktur, bir şeye sardırdım mı fena sardırırım. Bu da öyle oldu, haftalarım bilgisayar karşısında koşu muhabbeti yaparak geçti. Sonra biraz alışma biraz da kendimi frenleme ile işin dozunu azalttım. Ama şaka maka bir sürü yüzünü görmediğim, sesini duymadığım sporcu arkadaşım oldu. Burası enteresan bir ortam, şehirler, branşlar, hedefler, beklentiler, diller, dinler farklı. Ortak tek nokta herkesin spor aşkı ve birbirini bulmuş olmanın verdiği sevinç. Derken bir de baktım ki bu arkadaş ortamı beni takip ediyor, canım sıkılınca moral veriyor, güzel iş yapınca takdir ediyor, soru soruyor, soru sorunca hemen cevap veriyor ve tüm bilgisini paylaşıyor… Bu sayede sorumluluk hissettiğim bir spor çevrem oluşmuş oldu. Uzun mesafe koşusunun en zor tarafı zaten bence motivasyon, sabah hava karanlıkken yataktan kalkıp, sokağa çıkıp 2-3 saat tek başına koşmak, bunu günler haftalar boyu sürdürebilmek çok zor. Kendi başına olunca kolay cayabiliyorsun, beyin tuhaf bir organ, anında olayı satmak için bir sürü bahane bulup vücudu razı edebiliyor, koşuyu yarıda bıraktırıp hatta bazen başlamadan bile bitirtebiliyor. Ama işte seni takip eden bir grup olursa o kadar kolay değil. Düştün mü elinden tutan birileri var, sırtını sıvazlayan birileri. Basit gibi gözükse de çok önemli bir detay. Berlin’den bu kadar mutlu dönmüşsem sebebi iyi antrenmandır, bu sebebin sebebi de işte bu gurubun desteğidir.
Berlin’e bir hafta kala Riva Yarı maratonu güzel bir prova oldu, hem Dailymile’dan arkadaşlarla tanıştım, hem de güzel tempolu bir koşu çıkardım. Dedim ki kendi kendime, bu tempoyu tutturuyorsam Berlin’de daha rahatını yapabileceğim, bu iş tamam.
İşte kilo verme, detaylı antrenman, planlı beslenme, sanal ortam arkadaş desteği derken 12 hafta bitti, yarış günü yaklaştı. Heyecan yok diye atıp tutarken kendimi yatakta kalbim küt küt atarken ve yarış hayalleri kurarken buluverdim. Acaba ortam nasıl olacak, hava nasıl olacak, süre nasıl olacak, duvara çarpacak mıyım, yürümem gerekecek mi?

Yolculuk ve Yarış Öncesi

SelimCan’la buluşup havaalanına vardık, her şey yolunda gitti, yarıştan bir gün önce planladığımız saatte Berlin’deydik. Hava alanından otobüse binerken şoföre gideceğimiz durağın yaklaşık mesafesini sordum. Herif “sekiz dakika” diye cevap verdi, tam arkamı dönüp gidecekken seslenip özür dileyerek “dokuz dakika” diye düzelt. Evet, işte Almanya ve Almanların dünyasına hoş geldiniz… Otobüsün ardından metro ile göğüs numarası ve çip dağıtılan fuar alanına gittik. Fuar ki ne fuar. Yer gök koşu dünyası. Çadırlar, mağazalar, ayakkabılar, çoraplar, taytlar, şortlar, enerji jelleri ve binlerce insan. Her milletten, her yaştan insan. Hepsi koşmaya gelmiş, herkes ayrı telden çalıyor. İtiş kakış sıramızı bulduk, SelimCan 15 dakika, ben 45 dakika bekleyerek numaralarımızı aldık. Çip işini de hallettik, biraz standları gezdikten sonra kalabalıktan bunalıp otele doğru yola çıktık.
Otel güzel ve ferah çıktı, eşyaları odaya kendimizi sokağa attık. SelimCan’ın en sevdiğim tarafı bira seven bir adam olması. Hemen başladık biracı aramaya, çok bir şey bulamayınca çevredeki en eli yüzü düzgün İtalyan lokantasına girdik, ben 4 aylık spor orucumu açarak yüzümü pizzaya kafamı da biraya soktum hemen. Oradan ver elini spor mağazaları. Derken fark ettik ki artık spor malzemesi görmek istemiyoruz, hadi dedik bir yerde oturalım, Mert’le Başak’ın gelmelerini bekleyelim. O sırada telefon geldi, Mert pistte olduğu kadar gündelik hayatta da hızlı ve dakik bir adam, zavallı karısını da peşinden sürüklüyor bu tempoda, pat diye geldiler buluşma noktamıza. Hemen karşı kaldırımdaki bira evine yatay geçiş yaparak muhabbete daldık. Biraz sonra Mark, karısı Tanya ve canavar oğulları Luka geldiler. Luka’nın canavarlığını ertesi gün anladık, ilk gün pusette son derece sakin bir şekilde uyudu. Canavar dediysem de olumlu anlamda, sessiz duran ama ters bir durum olursa sinirlenip bağıran, hatta daha da kızarsa önündekini sana veya kaldırıp yere atan bir adam. Yanlış bir şey yok yani, kendinden emin ve güçlü karakter sahibi herif Luka. Neyse karakter analizi ikinci günden kalma, dediğim gibi ilk gün uyuyan sakin bir bebekten ibaretti kendisi. Bira evinde şaka yapmıyorum herhalde 2-3 saat sadece koşu konuşuldu. Arada Tanya ile Başak’a bakıyorum ne zaman bileklerini kesecekler diye ama hiç de öyle değil, belli ki sevdikleri adamın sevdiği şeye saygı gösteriyorlar, lafa katılıyorlar, arada kocalarıyla dalga geçiyorlar. “Her başarılı erkeğin arkasındaki bir kadın” durumu. Bizde de var bir tane ama evde. Berlin’e gelemedi. Hatta evde de değil Antalya’da o esnada iş için. Mert’le Mark akıllı tabi, zaman hedefleri falan var ertesi gün için, birer bira içip dur dediler. Benim tuzum kuru, 4 aydır bira görmemişim, önüme koydular bira bardağını, bomba diye karakola götürmediğime şükretsinler… Bir de birayı yavaş içememe gibi bir problemim var, baktım bizimkiler tıngır mıngır içiyor, Almanca bilmenin de verdiği güvenle “getir kızım sen ordan bana büyük boy bir bira” dedim. Garson kız elinde bir vazo, vazonun da içi bira dolu olarak geldi. Dört aylık biramı içtim, en önemlisi gözüm doydu. Derken uykular geldi, erken yatalım diyerek ayrıldık. Yarış sonrası telefonlaşıp buluşuruz dedik. Ayşin de bizim internet ortamından bir arkadaş ve koşu için Berlin’de ama abla ve abisini bulmuş, haklı olarak aile saadetine girmiş, canlı yayına telefon bağlantısı ile katıldı. Sonra hepimiz otellerimize dağıldık.

Yarış Sabahı

SelimCan’la başucumuza koyduğumuz 1,5ltlik sularımız içmiş, bol bol tuvalete kalkmış olarak uyandık, günlük kıyafetlerimizi giyip erkenden kahvaltıya indik. Daha asansörden ortalık taytlı koşu ayakkabılı adam kaynamaya başladı. Kahvaltı salonu da aynı şekilde. Hatta bizimle masalarını paylaşan Alman çiftin koşmadığını zannederek, aman iyi bak aklı başında birileri de var dedim ama meğer teyze koşacakmış, amca seyirciymiş. Teyze dedi ki; bunların hepsi kaçık, birazdan gidecekler, aklı başında misafirler kahvaltıya inecek o zaman. Alman peynirleri ve jambonları ile fazla kendimizi kaybetmemeye çalışarak kahvaltımız yaptık, odaya çıkıp giyindik. Son derece sportif gözüküyorduk artık, hemen fotoğraf çektik odada. Sonra kesilerek kol ve yaka delikleri açılmış çöp torbasından yapılma yağmurluklarımızı kafamıza geçirip yola koyulduk. Hep yabancılarda görürdüm bu âdeti, sonra en son Avrasya’da da uyguladık, kolay bir çözüm, torba hem ısıtıyor, hem koşu öncesi yağmurdan koruyor, hem hafif, hem de ucuz, koşmaya başlamadan hemen önce çıkartıp atıyorsun çöpe. Start alanına kadar herhalde 25 dakika yürümemiz gerekti. Start alanı diye bir şey yok zaten, “start bulvarı” var. 17.Juni Caddesi herhalde 2 km uzunluğunda 6 şerit bir yol, tamamen bu işe ayrılmış. Ortalık insan seli, koşucular 40.000 kişi, 2-3 katı da seyirci var. Çalılara işeyen işeyene. Elimizdeki kişisel eşya torbalarını teslim edecek çadırları ararken başlama zamanı geldi bile. Ön grup koşmaya başladığında biz hala torba teslim edecek çadır arıyorduk. Neyse torbalardan kurtulup kendi alanımıza geldik, çizgiyi geçmemiz resmi start saatinden 20 dakika geç oldu. Allahtan ayakkabıdaki çip bu işe yarıyor, start çizgisini geçtiğin anda kişisel süren işlemeye başlıyor.

Yarışın İlk 10 kmsi

Yağmur altında koşmaya başladık. Koşmak dediysem tempo 6 dk/km. Hedefimiz olan 4 saat için bizim en az 5:40 koşmamız lazım ama mümkün değil. Herkes koşuyor ama tempo yavaş, pardon pardon diyerek aradan geçmek mümkün değil. Her yer seyirci kaynıyor, sağlı sollu insanlar yollara yığılmış, tam bir karnaval havası. Derken yol biraz ferahladı, aralarda boşluklar oluşmaya başladı, biraz daha kontrollü ve rahat koşar olduk. O kadar kalabalığın güzel bir tarafı da soğuğu az hissetmek. Derken ısındık, bacaklar açılmaya başladı, etrafı seyrederek koşarken o da ne “Ciğerimin köşesi, kız bu neyin cakası” aaa Tarkan… Yani kendisi değil de teypten bangır bangır “Oynama şıkıdım şıkıdım” nağmeleri geliyor. Her adım başında müzik çalan gruplar var, bazıları da teypten yayın yapıyor. Tarkan’ı geçtik sağda solda pideci kebapçı tabelaları başladı. Türk mahallesi herhalde derken bir de baktım Ziraat Bankası. Sucuk kokusu da eklenince ortama, tamam dedik evdeyiz… 7.km de Türk kültürü ile vedalaştık. Derken sağda solda çadır tenteler altında canlı müzik yapan gruplar başladı. Neredeyse her 2km de bir canlı müzik. Tek başına saksafon çalan da var, Afrika davulları grubu da var, 4-5 kişilik rock grupları da var. Hatta bir ara 25 kişilik üflemelilerden oluşan bir caz orkestrası gördük. Derken Japon davulları geldi (onlar sabitti de biz önlerinden geçtik) sonra samba yapanlar, Latin müziği çalanlar… Yollara sığmayanlar tepelere tırmanmış, evlerin balkonlarından camlarında aileler sarkıyor, kafelerin kapılarına aşçılar ve garsonlar çıkmış kepçelerle tavalara vurarak ritim tutuyorlar. Rüya gibi. O yağmura rağmen aileler gelmiş, herkesin ellerinde pankartlar, bayraklar. En güzeli de insanlar genele hitap eden pankartlar taşıyorlar, Almanca şöyle şeyler yazmışlar : “hepiniz birincisiniz” “aynen devam ha gayret”, “herkes kazanır”, “çok iyi gidiyor”. Yani halk olayı destekliyor, koşanlara saygı ve sevgi sonsuz. Bunlarla oyalanırken bir de baktım 10.km bitmiş bile. O aralarda SelimCan’la ayrıldık, kendi tempolarımızda koşmaya başladık.

10-20km Arası

Her yanım koşucularla dolu bir şekilde koşuyordum. 5km de bir enerji jeli içmeye dikkat ettim, elimde taşıdığım mataranın faydası büyük oldu. 42km boyunca elde yarım kilo su taşımak yorucu olabiliyor, ama tam doldurmadan taşımak da suyun her an el altında bulunması adına son derece faydalı bir iş. Ben de istasyonlarda durup suyla boğuşmadan, verdikleri suyu bardaktan mataraya doldurarak devam ettim. Su istasyonları zaten kabus gibi, herkes durup su içiyor, yerler halı gibi plastik bardaklarla kaplı, birine çarpmamak, suya ulaşmak, yerdeki bardaklara basıp kaymamak için ayrıca çaba sarf etmek gerekiyor. Matara bu anlamda çözüm oldu, çok bulaşmadan yoluma devam edebildim. Hatta durmadan koşmak gibi bir hayalim olduğu için su bardaklarını bile koşarken alıp devam ettim. İkinci 10km parkuru rahat geçti, bacaklar ısındı, çevreyi seyredip keyif alır oldum, yağmuru unuttum. Gözlerim babamları arar oldu, o kadar kalabalık ki, acaba görmeden geçme ihtimalim var mı diye düşünmeye başladım. Bir taraftan da kendimi gözlemliyorum, bacaklar iyi durumda, nefes ve nabız da iyi. Aynen devam diyorum kendi kendime, yarı maraton noktasına kadar bu tempoda devam. Bir hafta önce rahat bir yarı maraton koşmuşum zaten, arada dinlenme de oldu, rahat rahat gelirim yarı noktaya. Acaba diyorum yarıda küçük bir mola vermek gerekir mi? Duruma göre bakarız diyerek yola devam ettim. Hedef yarıyı da geçip 32.km ye perişan olmadan ulaşmak. Orada da duruma bakar son 10kmyi kalan gücüme göre koşarım dedim. Yani ikinci 10kmlik parkuru dert etmedim, hedef tempoya yakın bir şekilde bitirdim.

20-30km Arası

Evet, yarı maraton mesafesine geldik işte. 5km de bir jel işi midemi rahatsız etmeye başladı, tamam güçten düşmüyorsun da hep aynı kimyasal tat biraz sonra sıkmaya ve mideyi rahatsız etmeye başlıyor. 25. km de almam gereken 5. Paketi 27. km ye kaydırdım kafamda, hem böylece 32km ye geldiğimde gene 5 kmlik aralığa dönmüş olacağım. Etrafta durup işeyenler çoğaldı. Hem havanın soğukluğu, hem de sıvı tüketimi işeyen sayısını arttırıyor. Zavallı kızlar aradaki mobil tuvalet kulübeleri önünde sıra oluşturmuş, erkekler ise araziye karşı yaylım ateşi açmış durumda. Herhalde bakmaktan, benim de çişim gelmeye başladı. Ama feci motiveyim, hiç durasım yok. Hatta diyorum ki, acaba bu tempoda devam edersem, bitişe gelirken dayanamazsam, koşarken işesem ne olur, fark edilir mi? Hani kolejlere giriş sınavlarından önce anlatırlardı ya, efendim sınavda saniyeler önemliymiş de, çişe gidersek kaybedeceğimiz her saniye bilmem kaç soru demekmiş de… Bu da öyle işte? Bir dursan yanından yüzlerce kişi geçecek. Kolumdaki saate bakıyorum, 32 ye ne kadar kaldı diye hesap yapıyorum. Ekranda sadece geride kalan mesafe ve tempo var, diğer verileri kapattım, nabız ve saate bakmıyorum heyecanlanmayayım diye. Planım 32km de saate bakmak, durumumu gözden geçirip son 10 kmyi buna göre koşmak. Ama mola düşüncesi hep kafamda, mola vermek istemiyorum ama bir taraftan da kendimi gözlemleme halindeyim sürekli, mecbur kalmadan yürümek veya yavaşlamak iyi bir çözüm olacak. Diyorum ki 32km de bir çiş molası verip nabız düşürüp sonra gazlarım. Derken 32km ye yaklaştık, arada etrafı seyretmekten tuvalet işini unutmuşum bile.

32.km ve Sonrası

Bu 32 aslında bizlerin yarattığı bir nokta. Son 10km kalması durumu. Bir de antrenmanlarda çoğumuzun koştuğu en uzun mesafe 32km. Yani 33.km ye ayak basmış olanımız az, anca daha önceki maratonlardan tecrübemiz var, bir de kaçık arkadaşımız Mert sanırım 34 veya 36kmler koşmuştu programını zorlayarak. Neyse Allahtan son antrenmanlarda 32kmyi mutlu ve güçlü bir şekilde bitirmiştim. O açıdan kafam Berlin’de de rahattı, dedim ki kendi kendime “Bu 32 zaten bildiğimiz bir nokta, hedef orası olsun, sonrasına bakarız” ama bir yandan da sürekli kafamda “oldu bu iş, güçlenmişim, canavar gibi biter bu Berlin” diyen bir ses. Bir de bu noktaya kadar etraftaki herkesi geçerek gelmişim, aralardan zikzaklar çizerek geçiyorum, sürekli bir insan solama durumu. Bu da motive edici bir şey, insanı ileri sürüklüyor, hızlı koşuyormuş hissi uyandırıyor. Hatta 30km sonrası yavaşlayanlar, duranlar, bacak esnetenler, acı çekenler çoğalıyor, bu da moral veriyor insana, “bir zamanlar ben de o noktadaydım” diyorum içimden. Ama artık mesafeler uzun gelmeye başlıyor, zaman daha zor geçiyor. Tamam, duracak gibi değilim ama her saate bakışta, kafamdaki biten mesafe tahmin geri kalmaya başlıyor, o kadar koşuyorum sonra bir de bakıyorum ki aa sadece 500m gitmişim. “Az gittik, uz gittik, arpa boyu düz gittik” durumu… Neyse 32km sonrası uygun bir yerde sağa çekip çiş molamı veriyorum. Oh, rahatlama hissi. Nabız da düştü ama o da ne, yanımdan yüzlerce kişi geçti o bir dakika içinde. Hemen yola koyulup gene bir sürü insan geçiyorum, artık saate de bakabiliriz 10km kaldığına göre. Eyvah saat 3:11 gösteriyor, yani yaklaşık 50 dakikada 10km koşmam lazım. Tamam, olur, yapmadığım iş değil daha önce, hem 10km de son derece sevimli bir mesafe, fırt diye biter. Hemen tempoyu arttırıyorum, 5:40 yerine 5:20 hatta bazen 5:00lerde koşmaya başlıyorum. İki kilometre gidiyorum ki o da ne duvar mı gözüktü ufukta ne? Artık vücudumu tanıdığım için ilk ufak baş dönmesi ve göz kararması belirtisinde frene basıyorum. Durmuyorum ama tempoyu alıştığım hıza düşürüp, hatta biraz daha yavaşlayarak bir nevi “boşa alıyorum”. Maksat kendime gelmek, maratonu sağ salim bitirmek. Diyorum ki toplamda 4:00’ün altına düşmek şu anda mümkün değil. Kalan mesafeyi yüksek tempoda zorlayacak durumda değilim. Sonradan düşününce “belki o noktaya kadar ufak ufak zorlasaymışım daha çok zamanım kalırmış son 10km ye…” diyeceğim ama o hesap ta çok doğru değil, biliyorum ki baştan zorlarsam bu sefer aynı noktaya evet daha erken ama daha yorgun gelme ihtimalim de var. İnce bir çizgi var işte o iki durum arasında. Neyse sağlık olsun diyerek yola devam ediyorum, orta noktalarda artık bacaklarımın arkaları kendilerini hissettirmeye başlıyor. Ama dizlerim hiç arıza çıkartmadı, bu bile çok güzel haber. Babamlara bakıyorum hala yoklar ortada.

40.km ve Bitiş

Artık pankartlar çoğalıyor, “hadi bitti geçmiş olsun”, “ha gayret son kmler” gibisinden yazılar çıkıyor karşımıza. Nerde bitti, daha 2km var, dile kolay… Hatta kol saatim şaşmış, saate göre koşuyorum ama yol tabelaları biraz arkadan geliyor. Neyse fark az, 400m civarı. Koşulur artık o kadarı da. Son 2km olmasının gazı ile tempoyu arttırıyorum, bakıyorum keyfim yerinde, bari diyorum tempolu geçeyim finişi. Son düzlüğe geliyoruz, kocaman bir meydandan geçiyoruz, tam o sırada soldan adımı duyuyorum. Aha babamlar gelmiş işte. Allahım 41.km de durmuş beni bekliyorlar, ellerinde fotoğraf makinesi, “dur bir resim çekelim” diyorlar. 41km ve durup resim çektirmek! Şaka gibi. Aile içi samimiyetimize dayanarak elimle terbiyesiz bir hareket yaparak koşarken poz veriyorum. Hareketin Türkçesini yaptım nasıl olsa, Almanlar anlamaz, sorun yok. İlerde beyaz büyük kapı, yerde de kırmızı elektronik ölçüm halısı, hah diyorum finişe geldik… Tam saatimi durduracağım, bir de bakıyorum ki bitiş işin biraz cılız bir ortam. O da ne taa ilerde tabela var, Almanca hedef yazıyor. Hah daha bitmemiş, hadi bir gaz oraya kadar da koşuyorum, finişi gülümseyerek ve gururla geçiyorum. Saatim 4:13 gösteriyor. Kendi adıma nefis bir değer. İlerde trafik sıkışıyor, yarışı bitiren yüzlerce kişi daracık bir yerden geçerek madalyalarını alıyor. Kalabalıktan göğe duman çıkıyor resmen. Ter bulutu. Madalyamı alıp devam ediyorum, hava meğer ne kadar soğukmuş. Durunca donmaya başlıyorum. Adidas markalı naylon örtüler dağıtıyorlar, hemen sarılıyorum bir tanesine biraz ısıtıyor. Eşya torbamın peşine çadırlara gidiyorum. Numaram yazan çadıra gelince, pat diye getirip veriyorlar torbamı. Hemen kuru tişört ve çorap giyiyorum, yanımda getirdiğim sevgili muzumu yiyorum. Fazla doğal Alman amcalar etrafta soyunuyorlar, donlarına kadar çıkartıyorlar, allahım bu ulusal doğallıkları nereye kadar? Sünnetsiz herifler ormanı. Neyse etrafa çok takılmadan, yerde de fazla oturup mayışmadan devam ediyorum. Yönüm şaşmış, otele gitmek için adres soruyorum, “aaa çok uzak yürünmez metroya bin” diyorlar. Hani yürüyerek gelmiştik? Neyse düşünecek halim yok, metro fikri de sıcak geliyor, zaten hava buz, tişört üzerinde naylon torbadan başka bir şeyim yok, en yakın istasyona yürümeye başlıyorum. Etraf benim gibi torbaya sarılmış madalyalı adam kaynıyor. Hep beraber metroya gidiyoruz. Ama o halde herhalde 2-3km yol yürüyorum. Yorgunum ama bir bakıma da iyi bir şey yürümek. Derken istasyon, oradan aktarma derken otele varıyorum. SelimCan odaya gelmiş, duş almış, giyinmiş bile. Derecesini öğreniyorum, 4:27 süper. Aramızda çok fark yok, ama benden önce gelmiş otele. Ben küçük bir tur yapmışım metro falan derken. Toparlanıp çıkıyoruz otelden, Mertler ve Marklarla buluşuyoruz. Bu sefer herkes daha fazla bira içiyor, nefis. Herkes mutlu, herkes beklediğinden iyi koşmuş, herkes ortama hayran. Zaman güzel geçiyor, kalkıp vedalaşıyoruz, en erken dönen biziz memlekete, taksiye binip havaalanına geliyoruz. Bu arada şoför de Türk çıkıyor, yolda türkü dinleye dinleye geliyoruz. Bir gece kaldık Berlin’de, hava alanındaki polis, otel resepsiyonundaki görevli ve taksi şoförü Türk çıktı. 24 saatte 3 Türk. Her 8 saatte bir Türk’e rastlanan bir şehirdeyiz…

Anrenman ve Genel Durum Değerlendirmesi

Evet, Avrupa’da bir maraton koşmak şartmış. Şartlar uygunsa bu işle uğraşan herkes yapmalı mutlaka. Bizdeki işlerden çok farklı. Yol boyu seyirci demek, kendinizle uğraşacak, ağrınızı sızınızı fark edecek zamanınız kalmaması demek. Bizim Avrasya’da yarıdan sonra her anlamda kendi başınıza kalıyorsunuz. Zaten az adam var koşan, ara mesafeler de açılmaya başlayınca 200m önünüzde bir adam, 200m arkanızda bir adam kalıyor koşarken. Trafik kapatılınca yollar da bomboş, kenarda durup seyredenlerin de çoğu destekten çok meraktan gelmiş ve yaptığınız işten ötürü size akılsız muamelesi yapan, hatta bazen yanındaki diğer hödüklerden cesaret bulup bunu size bağırarak söyleyen kafasızlar oluyor. Son derece depresif bir halde koşuyorsunuz. Yollar boş, yalnızsınız, alay eden tek tük seyirciler var, zaten yorulmuşsunuz, kendinizi ve yaptığınız işi sorgulamaya başlıyorsunuz. Hâlbuki Berlin işte bunun tam tersi. Sürekli bir tezahürat, destek durumu var. Sporun nasıl uluslararası bir dil olduğunu hissettiriyor insana. Müzik sizi ileri taşıyor. Büyük bir topluluğun parçası olduğunuzu görmek ve hissetmek çok büyük bir kendine güven duygusu uyandırıyor insanda. Bazen düşünüyorum acaba yanlış ülkede miyiz diye, ama sanırım böyle bir şey yok, yani bu ülkede olmamız aslında doğru olanı, galiba seçimlerimiz yanlış. Aklıma hep Jamaika’dan kalkıp gelen, bob slate kızak sporu ile uğraşan adamları anlatan komedi filmi geliyor. Onun gibi bir şey bu bizim için, sokakta koşarsan uzaylı muamelesi görüyorsun. Yakın çevrenin bile koşmanı kabullenmesi zaman alıyor. Malzeme desen alabileceğin üç beş marka var. Karşıdan koşarak geldiğini görenler kenara bile çekilmiyor, inat edersen çarpışıyorsun. Tayt giyen erkek “vatan haini”. Atletle koşan kadın “o yolun yolcusu”. Adını duyuran “Türk” atletler hepimizden siyah. Hani zeki, çevik ve ahlaklı kesim? Yerel koşular bunamaya yakın asabi “master” amcalarla dolu. İşte bu ortamdan kalkıp Berlin gibi bir ortama girince zaten maratonun yarısını kültür şoku ile koşuyorsun, ikinci yarı da bu düşüncelerle geçiyor. Hem iyi hem kötü. Ama kesinlikle yaşanması gereken bir tecrübe.
Antrenmana gelince; programımı Dailymile’daki diğer arkadaşlarımın programları ile kıyaslayınca hep endişe ediyordum. Hepimiz aynı amaç için uğraştık ama çok farklı antrenman yaptık. Tamam hız ve uzun mesafe mantığı hepsinde aynı ama ben hafta arası hep uzun uzun mesafeler koşarken diğer arkadaşlarım daha kısa ve daha spesifik antrenmanlar yaptılar. Açıkçası Berlin’deki durumuma şaşırdım, zaman belki hayalini kurduğum gibi olmadı ama kazandığım güce ve bununla gelen morale inanamadım. Tabi işte tecrübe denen şey şu, daha fazla maraton koşmuş olsam, kendimi 30kmlerden sonrasında daha iyi tartma şansım olacak. Ya da başka bir deyişle 30km ye gelene kadar “aman enerjim bitmesin” endişem olmayacak, daha verimli koşabileceğim ve daha iyi zamanlarda 30kmye varmış olacağım, evet gene 10km kalmış olacak ama o zaman o kalan 10kmyi daha rahat tempoda koşabileceğim. Bilinmeyen her zaman korkutucu oluyor. Ne durumda olacağımı bilemeden kendimi zorlayamıyorum. Tabi zorlamadan da ne seviyeye geldiğimi bilmiyorum. Kafamdaki seviye aslında olduğum seviye değil, geçen tecrübelerimden aklımda kalan seviye. Hep bir yorulma, tamamlayamama endişesi ve buna bağlı olarak gelişen yavaşlama ve savunma mekanizması. Neyse ama bunlar hep deneyim oldu, programa da haksızlık ettiğimi fark ettim, kendime de. Biraz daha kendine güven ilerisi için daha iyi olacak gibi. Bir başka endişem de gelecek seneye hedef olarak koyduğum 63kmlik ultramaraton kararımdan pişman olmaktı. Herhalde 30km sonrasında çok pişman olacağım, daha önce yaptığım gibi o noktalarda kendimi sorgulamaya başlayacağım diyordum. Hiç de öyle olmadı, bilakis kararımdan ve kendimden gurur duydum, bu işi yeterli antrenman ile gayet de güzel bir şekilde tamamlayabileceğimi gördüm. İnsan vücudu enteresan, benim gibi miskin bir adam bile bunları yapabiliyor. Ama beyin daha da enteresan. Onun antrenmanı vallahi daha zor.

“2010 Berlin Maratonu – Ilgaz” hakkında 6 yorum var

  1. Ilgaz merhaba,
    Çok güzel yazmışsın eline sağlık.Bu sabah moralim biraz bozuktu. Yazın bana ilaç gibi geldi. Özellikle Genel Durum Değerlendirmesi’ndeki Türkiye gözlemlerinde resmen yerlere yattım gülmekten hakikaten aynen resmetmişsin memleketimizi…
    Görüşmek üzere.
    Tebrikler.
    Haluk Akalın

  2. Selam sporsever,koşan arkadaşlarım.Yazınız gerçekten güzel olmuş.Türkiye gözlemlerinizde hepsine katılıyorum,ayrıca ekleyeyim hatta önunuze cıkan insanlar yuruyen, karsıdan karsıya gecen ınsanlar, dediğiniz gibi saygısız ve alaycı yaratıklar,ama bu ortamda koşabilmekte Turk insanının başarısıdır.Turk olmak ayrıcalıktır ama Turk’un yıyecegı daha cok fırın ekmeği vardır.

  3. ILGAZ KURUYAZICI merhaba,
    Lozan Maratonunda ilk yarıyı döndüğün yerdeki
    (Pelitz) seyirciler arasından seni alkışlayarak destek
    veren ben K.U.BİLGİN ve arkadaşım Kemal FİLİZ’dik.
    Çünkü, biz de yarı maratona başlamak için oradaydık.
    Türkiyeden katılan 3 Türk’den biri olarak sizinle Lozan’da tanışmak mümkün olmadı.
    İyi Koşular.
    K.Ufuk BİLGİN
    Ankara Masterleri Atletizm Kulübü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir