Flitch Way 100 K

Flitch Way 100 K

[English version]

2019’u Aralık ayında her gün koşarak tamamlamıştım. Yeni yıla başlarken koşu yarışları ve kendi koşu hedeflerimle ilgili düşünüyordum. 10 yıldır kısa yarışlarda ne kadar hızlanabileceğimi denemiş, maraton mesafesini ne kadar kısa sürede koşabileceğimi test etmiş, daha uzun yarışlarda ayakta kalmaya çalışmış, 100 km ve 100 mil yarışlarını tamamlamış, hatta iki defa Spartathlon koşmuştum. Peki şimdi ne yapmak istiyordum? Bir süre bu konuda düşündüm. Aslında yapmayı istediğim şey pistte bir 24 saat yarışı koşmaktı ama uzun zamandır planlı/programlı bir koşu düzenim olmadığını, plansız olarak koşuyor olsam da antrenman hacmimim bunun için yeterli olmadığını biliyordum. Ben de bir 100 km yarışı koşmaya karar verdim. Hem bu karar sürecindeki düşüncelerimi hem de yarışın raporunu okumak isterseniz gelin başlayalım.

Artık nedense planlı ve programlı koşamıyorum. Bu son bir iki yıldır böyle. Başlangıçta çok sistematik bir şekilde çalışmış ve ilerlemiştim ama daha uzun yarışlara katılmaya, bu yarışlara hazırlanmak için çok uzun süreler koşmaya başladıkça ve belki de yaş aldıkça işin bedensel ve fizyolojik tarafındansa zihinsel tarafına ve keyif almaya odaklanmaya doğru meylettim. Artık 5 veya 10 km’de biraz daha hızlanabilmek ya da maratonu 3-4 dakika daha önce bitirmek için ince hesaplar yapmak, gözüm saatte koşmak ya da tekrarları saymak pek eğlendirmiyor beni. Tabii ki kendi potansiyelimin sınırlarını -hız veya dayanıklılık- hala merak ediyorum ve hala bunları zorlamak istiyorum ama bu aralar -hayatın bu döneminde diyelim- daha çok zihinsel dayanıklılığa odaklanmak istiyorum. Belki bir gün yeniden kısa mesafelerde hızlanmayı çok isteyecek, bunun için gereken antrenmanları yaparken yine çok keyif almaya başlayacağım, kim bilir. Hem artık 44-45 yaşlar çok geç sayılmıyor. Daha geçenlerde 6 on yıla yayılmış sub3 maraton koşma başarısı elde etmiş koşucularla ilgili bir yazı okudum. Kısaca 6DS3 deniyor; 1970’lerden bu yana geçen her on yılda en az bir sub3 maraton koşmuş kişiler için kullanılıyor. Bunu başarmış olmak için 57-65 yaşlarında olmak gerektiği ortada. Demek daha çok şansım var. Gerçi ben hiç sub3 koşmadım ama bir iki on yıl daha 3:10’dan hızlı maraton koşsam bana fazlasıyla yeter.

Yukarıda da belirttiğim gibi bu aralar düzensiz koşmaya alıştım. Tabii ki hala koşu düzenimde kırık pencereler bırakmamaya dikkat ediyorum. Kastettiğim her günü önceden planlanmış, teknik antrenmanlar içeren, koşmaya çıktığınızda hangi peys ile ne kadar süre/mesafe koşacağınızı bildiğiniz türden bir düzen. Çıkıyor ve o gün kendimi nasıl hissediyorsam öyle koşuyorum. Büyük resme baktığımda aslında kafamda belirli bir kaba plan var ama kendimi çok kısıtlamıyorum. O gün biraz uzatmak istersem ya da hızlı koşup kısa kesmek istersem tereddüt etmiyorum. Bu eğer dikkatimi çok dağıtırsa kendimi yeniden toparlamak için Aralık ayındaki gibi streaklere (sürekli tekrarlara) başvuruyorum.

Fotoğraf: Basak Gurbuz Derman

Tüm bunlar olup biterken kendimi bir 24 saat yarışında denemek istiyordum. Belirli bir zaman diliminde en uzun mesafeyi koşmak çok farklı bir zihinsel çaba gerektiriyor. Çünkü yarışı her an bırakabilirsiniz ve DNF olmazsınız. Ne kadar koştuysanız o. Bu insanı kolayca baştan çıkarabilecek bir özellik. Hele de küçük bir yerde turlar atıyorsanız sürekli bırakma noktasından gelip geçiyor olacaksınız. 24 saatten uzun süreler koştum, nasıl bir şey olduğunu biliyorum ama o zamanlarda hep bir hedefe koşuyordum ve kalan mesafeyi kısaltıyordum. Bu farklı yaklaşımı test etmek için yarış bakındım. Yarışmak için çok uzak memleketlere gitmek istemiyorum, hazırlık, planlama süreci ve yolculuk beni çok strese sokuyor ve yoruyor. “Hazır İngiltere’deyim bu tür yarışlar çok olur” diye düşündüm ama ne yazık ki öyle değil. Bana yakın olan ve pistte koşulan iki tane 24 saat yarışı bulabildim; biri nisan ayında ve katılım kotası dolmuş diğeri ise eylülde ve henüz kayıtları açılmamış. Evet, başka birçok 24 saat yarışı var çevremde ama hepsi ya 5-10 km’lik parkurlarda dönülerek koşuluyor ya da patikada ve yükseklik kazanımı var. İkisi de gerçekten ne kadar mesafe katedebileceğini görmek için ideal değil. Patika ve yükseklik kazanımı insanı yavaşlatır ve yorar, uzun turlar ise son saatlerde/saatte birçok km kaybettirebilir. Tam sınırlarını görmek isteyen biri için çok uygun değil. O zaman bu test bir süre daha beklemek durumunda.

Ben de rotamı 100 km yarışına çevirdim. Bu yıl Spartatlon’da 100 km’yi sıcak havaya rağmen 10 saat 16 dakikada geçmiştim. Tabii bu benim için yarışın kalanını mahvetmişti ama olsun, demek ki 10 saatin altında koşabilecek durumdaydım. Daha iyi koşullar altında bu acaba 9,5 saatin altı da olabilir miydi? Aralık ayında son haftanın aslında hiç de kolay olmayacağını fark ettiğimde bunu güzel bir 100 km yarışı hazırlığına dönüştürebileceğim fikri düştü aklıma. Ama hemen birkaç hafta sonrasına bir yarış bulmam gerekiyordu. Güzel bir tesadüf sonucu birkaç saat uzaklıkta tam da istediğim gibi bir yarış bulabildim.

Tam istediğim yarış, butik bir yarıştı. “Butik” ifadesi yanlış anlaşılabiliyor, yarışın mesafesi ya da zorluğu için kullanmıyorum bu kavramı, organizasyonun büyüklüğü ya da kompleksliği için kullanıyorum. Daha önce de birçok kez dile getirdim büyük organizasyonları çok sevmiyorum. Yüzlerce, binlerce insanın koştuğu, kalabalıkların dar yerlerde ya da istasyonlarda birbirini beklemek zorunda kaldığı, devasa beslenme masalarının olduğu yarışlar beni çok çekmiyor. Onlu rakamlar seviyesinde koşucunun olduğu, küçük bir alanda turlar atılarak yapıldığından bir ya da en fazla iki istasyonun olduğu, toplanma yerlerinde bangır bangır müzikler çalınmayan, sakin ve kendi halinde yarışları seviyorum. Flitch Way 100K yarışının sitesindeki açıklama beni hemen tavladı. 5 km git ve geri dön şeklinde 10 km’lik bir parkuru vardı. Başlangıç noktasında tek istasyonu ve 15-20 kayıtlı koşucusu vardı. Mottosu şu: “No prizes or Medals or T-shirt, It’s all about the time and to provide a medal or t-shirt for a small number of runners would be expensive for such a small number.” Yani: “Ödül, madalya ya da tişört yok. Konu sadece zaman. Ve küçük bir katılımcı grubuna madalya veya tişört yaptırmak çok pahalı.” Bence çok mantıklı. Dolaplarımız giymediğimiz yarış tişörtleri ve bir daha dönüp bakmadığımız madalyalarla dolu değil mi zaten? Biri düzgün şekilde zamanımızı tutsun ve uygun şekilde belirli yerlere bildirsin yeter. Böyle olunca kayıt parası da çok düşüktü, hemen kaydoldum.

Yarış pazar günü olacaktı. Akşam üzeri biteceği, çok pis ve yorgun halde birkaç saatlik yolculuk çekilmeyeceği için iki gecelik otel rezervasyonu yaptırdık. Eşim Başak’la cumartesi günü Braintree kasabasına ulaştık. Gidip parkuru görmek için bile çok uygun durum yoktu. Otel ile başlangıç noktası arası 3-4 km’ydi ve arabamız olmadığından yürümekten başka yöntem yoktu. Zaten parkur güzelce anlatılmıştı. Eski bir tren yolunu toprakla kapatmışlar ve dar ama çok uzun bir park olarak halka açmışlar. 20 metreye 25 km şeklinde komik bir park yani. Biz bunun 5 km’lik kısmında koşacaktık. Eski bir demiryolu demek hem yükseklik hem de dönüş anlamında neredeyse dümdüz demekti. Yarışta bahsi geçen patika halka kapatılmayacağından başkalarının da olacağını biliyordum. Tek merak ettiğim zemindi. Çünkü buralar hep ıslak havaya sahip. Acaba çok çamur olacak mıydı? Bunu ilk turda görecektim.

Sabah erkenden kalkıp bir şeyler atıştırdıktan sonra yürümesi çok keyifli olmayan bir yoldan karanlıkta başlangıç noktasına yürüdük. Eşyalarım için küçük bir de valiz taşıyordum. Hızlı bir 100 km yarışı öncesi valizle 3-4 km yürümek çok akıllıca görünmedi ama yapacak bir şey yoktu. Başlangıç noktasına vardığımızda organizasyon ekibi ile tanıştık. Ekip dediğim 3 kişi. Küçük iki çadır kurmuşlardı. Biri bizim eşyalarımız için diğeri de kendi küçük istasyonları için. Yarışın sitesinde istasyonda az sayıda ve çeşitte yiyecek, soğuk ve sıcak su olacağı ama kendimiz için uygun ve yeterli besin getirmemiz gerektiği belirtilmişti. Buna rağmen onların hazırladığı masa da bence tek başına yeterliydi. Hava henüz aydınlanmadığından karanlıkta hazırlandık. Kimin koşucu olduğunu kestirmek güç olduğundan kaç kişinin başlayacağını ancak tam 7:00’de öğrenebildik. Yarışın organizatörü Lindley çok kısa bir konuşma yaptı. Parkurun halka açık olduğundan, yürüyen, koşan, bisikletli hatta atlı olabileceğinden bahsedip dikkat etmemizi salık verdi. Dönüş noktasının çok net görüleceğini, aralıklarla orada birinin kontrol yapacağını belirtti ve iyi şanslar diledi.

Keyifli parkur

Yarışa tam saat 7:00’de 14 kişilik bir grup -2 kadın 12 erkek- şeklinde başladık. Hava oldukça karanlıktı, kafa lambasının ışığında ilk turu sadece zemine odaklanarak geçirmeye karar verdim. Çevreyi tanıma işini bir sonraki tura bıraktım. Bırakın koşmayı daha önce görmediğim bir yerde sadece yere ve 10-15 metre önüme odaklanmak en mantıklısıydı. Haklı da çıktım çünkü bu patikayı kesen bazı yollar vardı ve bu kesişimler demirlerle engellenmişti. Ya üstünden atlamak ya da bisikletliler için bırakılmış dar geçişlerden geçmek gerekiyordu. Karanlıkta takılmak ya da çarpmak işten değildi. Neyse ki zemin çok temizdi. Ezilmiş toprak çok düzgündü ve çamur olmamıştı. 5 km’lik parkurun sadece bir noktasında 15-20 metrelik bir çamur bölge vardı. Bu çamurla ilgili şöyle bir şey oldu. İlk iki turda çamuru görünce hemen sağından ya da solundan geçmeye odaklandım, çünkü ayağımın ıslanmasını istemiyordum. Her iki taraf da hafifçe yükseldiğinden ve o eğimli yerler de çamur olduğundan dört seferinde de -gidiş ve dönüş- ya kayıp düşme noktasına geldim ya da daha çok çamura saplandım. Üçüncü turda hiç yolumu değiştirmeden tam ortasından koşarak geçeyim dedim, rahatça geçtim, sadece arkaya doğru sıçrayan çamur ve su bacaklarımın arkasına geldi. Şunu düşündüm: hayatta da benzer şeyler oluyor. Karşıma bir engel çıkıyor, üzerine gidip test etmeden ya da adam akıllı üzerine düşünmeden gözümde büyütüyorum ve kaçış yolları ya da kolay atlatma yöntemleri deniyorum. Oysa tam da burada olduğu gibi daha da beteri gelebiliyor başıma. Bunu ders olarak almalı ve yaşamda böyle durumlarla karşılaştığımda bunu anımsamalıyım, diye düşündüm. İşte böyle, uzun yarışlarda bir çamurdan bile hayat dersi çıkaracak kadar çok düşünebiliyor insan. 🙂

Yarış öncesi planım şöyleydi: ilk 50 km’yi 4 saat 10 dakikada geçip geri kalan 5 turun tümünü tam 1 saat civarı koşarak tamamlamak. Yani ilk 5 km’yi 5 peys ile sonrakileri de 6 peys ile koşmaya çalışacaktım. Hiç sektirmeden bunu yapsam ve hiç duraksamasam 9 saat 10 dakika sürecek yarışta muhakkak plan dışı şeyler olacak ve tabii ki istasyona geldiğimde birkaç on saniye hatta bazen birkaç dakika kaybedebilecektim. Aralık boyunca koşuların neredeyse tamamını 4:50-5:00 arası peyslerde koşmuştum. Bu benim doğal peysim haline gelmişti. Yorgun olmadığımda ister istemez bu hızda koşuyordum, ne yavaşlamak ne de hızlanmak için çaba harcıyordum. Yarış başladığında en öne iki erkek koşucu fırladı. Ben de kadın koşuculardan biri ile neredeyse aynı hızda, onun 5-10 metre arkasında koşmaya başladım. Hafifçe kırılmaya başlayan karanlığın içinde koşarken daha 1 km bile olmadan bir üst geçite geldik. Burası bir tren yolu olduğundan ya üstünden ya da altından başka yollar geçiyor. Bizim koştuğumuz hatta bir tane büyük bir tane de küçük köprü vardı ve hemen arka arkayalardı. Eğimleri ilk 3-5 turda umursanmayacak kadar az ama son birkaç turda “Bu ne ya!” dedirtecek kadar da fazlaydı. Ne kadar fazla olursa olsun 100 metrelik bir şey olduğundan üzerine konuşmaya bile gerek yok ama işte bu kadar düzgün bir parkurda anlatacak başka heyecan olmayınca… 🙂

İlk turun sonunda hava epey aydınlandığından kafa fenerini Başak’a bıraktım. En önde fırlayan iki kişiden genç olanı ikinci tura başlamadı. Bu kadar uzun bir yarışa bu şekilde başlayıp sonra durmak bana ilginç gelse de “Vardır bir nedeni.” diyerek ikinci tura başladım. Bu tur çevreyi izleyip tanıma turuydu. İlk turun sonunda kadın koşucuyu da geçmiştim ve bu haliyle ikinci sıradaydım. Ama tabii hem sıralama umurumda değildi hem de bu kadar az kişinin koştuğu bir yarışta bu durum çok olasıydı. Önde koşan koşucu çok hızlıydı. Yarış son birkaç günde 100 km yarışından 12 saat yarışına dönüştürülmüştü. Hem 50 km hem 100 km hem de 12 saat sonuçları verilecekti. Ama yukarıda da belirttiğim gibi 10 km’lik bir turda ara dereceler alınmıyorsa -ki bu tip mesafelerde bu imkansız- 12 saat süresi çok anlamlı olmuyor. Önceki belki de 50 km için koşuyordur diye düşündüm. Çünkü gerçekten temposu çok yüksekti. Ben ilk turu 48:15 ikinci turu da 48:29’da geçtim.

Bir insan böyle koşabilir mi?

İlk 3 turu Garmin Fenix 5 çok güzel ölçtü. Dönüş noktasındaki bayrağa geldiğimde 4,95 veya 5,05 gösteriyordu. Ama dördüncü turda daha dönüş noktasına uzak olduğumu bildiğim bir noktada 4,40 gibi bir değer okuyunca ölçümün sapıttığını anladım. Yarış sonrasında yukarıdaki gibi görünen bir harita çıktı ortaya. GPS konusunda iki detaylı yazı yazdım. Bu kadar kompleks ve pahalı bir sistemde bileğimizdeki küçücük cihazların yine de güzel işler çıkardığını yazmıştım bu yazılarda. Ama şunu anlamıyorum, cihaz iki ölçüm arasında önceki yüzlerce ölçümünden çok farklı bir şey ölçtüğünde -bir saniyede 100 metre gidemeyeceğimi bilmesi için çok acayip bir sisteme ihtiyacı yok- neden dönüp bir düzeltme ya da yeniden değerlendirme yapmıyor bilmiyorum. Bu konuda teknik bilgisi olan birileri ile bunu konuşmak isterim açıkçası. Hadi saat bunu gerçekleştirmek için çok küçük ya da antrenman anında yapılmak için bu karmaşık bir şey diyelim, peki Strava’ya yüklediğimizde o neden “Arkadaşım bak bir antrenman yükledin ama çok tutarsız veriler var, bir incele istersen.” diye uyarmaz ve hatta segmentlerde değerlendirmeye alır anlamıyorum. Neyse bu başlı başına ayrı bir yazı konusu. Özetle 4. turdan sonra saatteki mesafe benim için anlamsızlaştı. Sadece dönüş noktasındaki süreme bakarak peysimi tahmin ediyor ve yoldaki bazı belirgin şeylere göre nerede olduğumu çıkarıyordum.

Başak’a her turun sonunda bana ne vermesi gerektiği konusunda bir liste vermiştim. O da sağ olsun harfiyen uyuyordu. İlk 4-5 tur her şey güzel gitti ama uzun koşan herkesin bildiği gibi 4-5 saat sonra insan bir şey yemek istemiyor. Ağzına attığını çevirip duruyor, yutamıyor. Ben burada Flapjack diye satılan bir çeşit müsli-bar, protein bar, peynirli ve fıstık ezmeli dürüm yemeye çalıştım. Düşüş hissettiğim anlarda da jel tükettim. Özellikle son birkaç tur bir şeyler yemek zulüm oldu. Zaten o sırada aklıma şu laf geldi: “Ultramaraton, yemenin zulüm yememenin ölüm (yarışı bırakmak) olduğu dayanıklılık sporu“.

Beşinci turu tam 4 saat 10 dakika 36 saniyede tamamladım. Evet, planlara uymak konusunda biraz takıntılısın da diyebilirsiniz, kendini iyi tanımışsın da. Ondan sonra istasyondan her ayrılışımda saate bakıp dönüş noktasına 30 dakika içinde varmaya çalıştım. Çalıştım derken, hem erken hem de geç olmamaya çabalayacaktım ama 6. turdan sonra iş sadece geç kalmamak için çabalamaya dönüştü. Bu yarışta çok az yürüdüm. Aşırı düşüşler yaşadığım anlar ve o üst geçitlere 6., 7., 8. ve 9. turlardaki çıkışlarım dışında hiç yürümedim. 6. turu tam bir saatte, 7. turu 63, 8. ve 9. turları ise 64 dakikada tamamladım. Plan tıkır tıkır işliyordu yani.

Artık şunu çok iyi biliyorum. Böyle yarışlarda sürekli kendinizi çok iyi hissetmeniz imkansız. Bu bizim gibi amatörler için de profesyoneller için de geçerli. Onları da izliyor, yazdıklarını okuyoruz. Önemli olan bu düşüş anlarına insanın kendini kaptırmaması, bırakmayı ya da artık toparlanamayacağım gibi negatif şeyleri düşünmeye dalmaması. Düşüş anlarının geçici olduğunun farkında olarak ya hiçbir şey yapmadan bu durumun geçmesini beklerken mümkün olan en hızlı şeklide ilerlemeli ya da durumu düzeltmek için zihinsel ya da fiziksel (el yüz yıkamak, bir şeyler içmek, kendine tokat atmak 🙂 gibi) bir şeyler yapmalı. Bunu öğrendiğimden beri uzun yarışlarda daha rahat toparlanıyorum. Bu yarışta da birkaç kez bunu yaşadım.

Bir diğer konu da acı konusu. Bu kadar uzun koşup hiç ağrı sızı yaşamamak çok zor. Tabii ki insanın bir yerleri ağrıyor hatta 7-8 saat sonra her yeri ağrıyor. İlk olarak bunun bir sakatlık ağrısı olma olasılığını elemek gerek. Ondan sonra -yani öyle değilse (bunu kendinizi tanıyarak deneyimleriniz sayesinde bilebilirsiniz)- yapılacak şey ağrıya ayak diremeyi bırakmak. Bir yerde okumuş ya da dinlemiştim: “Ağrı/acı boş viteste el freni çekilmeden kalmış bir araba gibidir, üstünüze doğru gelir, önünde durup tüm gücünüzle onu durdurmaya çalışırsanız daha çok zorlanırsınız, önünden çekilin, geçip gitmesine izin verin.” benzeri bir şeylerdi. Gerçekten acıyla çok uğraşmamak gerek. Vücudu bu kadar zorlayıp hiç tepki vermemesini beklemek çok mantıklı değil. Ama acıya kafayı takıp sürekli onu düşünmek de bir işe yaramıyor. Aksine o hissi güçlendiriyor. “Kimse acısız olacak demedi.” diye düşünüp yoluma devam ediyorum, başka şeylere odaklanmaya çalışıp, farklı şeyler düşünüyorum. Bir süre sonra geçip gidiyor.

Flitch Way 100K finish

Parkur gidiş geliş olduğundan tüm koşucularla sürekli karşılaşıyorduk. Önde giden koşucuya şaşırmak zaten her turda beni biraz eğliyordu. Adam hiç hız kesmeden sonuna kadar gaza bastı. 7 saat 29 dakikada bitirdi yarışı. Ben 9. turu tamamladığımda gelip beni tebrik etti ve konuşmaya başladı. Bitirdiğimi sandığını anladım, “Daha bir turum var.” deyince şaşırdı ve hemen uzaklaştı. Ben de o son turu önceki birkaçından biraz daha hevesli ve hırslı koşarak 63 dakikada gidip geldim ve yarışı 9 saat 26 dakika 33 saniyede tamamladım. Ne ölesiye yorulmuştum ne de çok iyiydim. Tam planladığım gibi koşmuş olmak, hedefi de tam tutturmuş olmak beni oldukça tatmin etti. Bitirirken son kilometrelerde bu tatmin hissiyle harika koştum. Hava hep kuruydu, güneş açmadı ve sıcaklık da oldukça iyi bir düzeydeydi. Üzerimi hiç değiştirmeden başladığım gibi bitirdim. Sadece terden çok ıslandığı için 6. ya da 7. turda alnımdaki buff’ı değiştirdim. Benim için yarışın sonları olan zamanlarda yağmur çiselemeye başladı. Bitirdiğimde hava iyice kapandı ve serinledi. Zaten güneş kalmayınca hızla üşüdüm ve çok fazla zaman kaybetmeden otele döndük.

Geçişler

Yarışa 14 kişi başladı, 13 kişi 50 km’yi, 7 kişi de 100 km’yi bitirdi. Sonuçlar şurada. Gerçekten şimdi elimde bir tişört ya da madalya yok ama kayıtlı bir sub10 100K yarışım var artık. 🙂 Bundan sonraki hedef ne olur bilmiyorum ama 9 saat altı çok uzak değil gibi. Kim bilir belki onu denerim.

Fotoğraflar her zamanki gibi eşim Başak Gürbüz Derman‘dan.

“Flitch Way 100 K” hakkında 3 yorum var

  1. Mert Bey selamlar, öncelikle sub10 100k’nız için kutlarım, ayağınıza sağlık, blogunuzu da yıllardır keyifle takip ediyorum, bizi bırakmadığınız ve blog sürekliliğiniz için de ayrıca teşekkür ederim.
    Fenix 5’in bildiğiniz üzere iki tip data kayıt modu var: “every second” ve “smart”. Tecrübe ettiğim üzere beklenenin aksine koşularda akla yatkın ve mantıklı data kaydı almak istiyorsanız “every second” yerine “smart” tipi seçmek gerekiyor. Aşağıda aynı parkurda alınmış, iki farklı modun kaydı var, belki sorununuza bir çözüm olur:
    Every second kayıt:
    https://i.imgyukle.com/2020/02/09/nu5RVG.png
    Smart kayıt:
    https://i.imgyukle.com/2020/02/09/nuIEu6.png
    “Smart”, her saniye ölçümden neden daha başarlı, bunu oturup düşünmek gerekiyor, belki de “her saniye” ölçümde çok fazla dataya boğuluyoruz. Smart ölçümde, tıpkı Excel’de data yığınından “curve fitting” yapmaya benziyor. Bu yüzden de daha anlaşılır sonuçlar çıkıyor.
    Sevgiler, sağlıkla kalın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir