Bir Kitap, Bir Yarış, Bir Haber

Bir Kitap, Bir Yarış, Bir Haber

road_to_spartaGeçtiğimiz Ekim ayında Amazon’da ön siparişe çıktığını duyduğum Dean Karnazes’in son kitabı Road To Sparta’nın Kindle versiyonunu henüz yayınlanmamışken satın aldım. 24 Ekim’de indirilebilir hale gelir gelmez de okumaya başladım. Üçte ikisini hızla okudum ancak sonra yoğun bir dönem araya girdi ve uzun süre sonra ancak tamamlayabildim. Biraz kitaptan ve yazarından söz etmek, biraz da kitabın konusu olan yarış hakkında yazmak istedim.

Dean Karnazes ultramaraton dünyasının en ünlü simalarından biri. Uzun mesafe koşup da ismini duymayan azdır sanırım. Yunan asıllı Amerikalı koşucu belki bu alanın en iyisi değil, ama en çok tanınanlarından. Bunun nedeni yaptıklarını ilgi çekici şekilde toparlayıp kitaplar halinde sunabilmesi. İlk kitabı olan Ultramarathon Man: Confessions of an All-Night Runner’da çok sayıda insana kendisini ve koşmayı sevdirmeyi başardığı söylenebilir. “Her yarışın ilk yarısı vücutla ikinci yarısı zihinle koşulur.” veya “Koşamıyorsan yürü, yürüyemiyorsan sürün!” gibi ultramaraton koşucuları arasında sık kullanılan bazı tabirler bu kitapta insanlara ulaştı. Ardından 50/50: Secrets I Learned Running 50 Marathons in 50 Days — and How You Too Can Achieve Super Endurance! kitabında 50 gün üst üste maraton koşma hikayesini anlatırken öğrendiklerini insanlara aktarıp onları motive etmişti. Sonra Run: 26.2 Stories of Blisters and Bliss kitabıyla iyi yaptığı yazma işine devam etti. Ultramaraton dünyasında insanlar ikiye ayrıldılar. Yarısı Karnazes ile yazdığı ilgi çekici, komik ve heyecan verici hikayeleri çok sevdi. Diğer yarısı ise yazdıklarını kendini övme, abartma, ilgi çekme çabası olarak gördü ve “Amerikan/Hollywood tarzı” olarak eleştirdi, sevmedi. İlk yarısı görünüşünden, tarzından ve anılarını anlatışından çok etkilendi, motive oldu, ikinci yarısı her yazdığına eleştiriyle yaklaştı. Hangi tarafta olursanız olun kabul edelim ki gerçekten ilginç bir kişilik.
Neredeyse koşmadığı ultramaraton kalmayan, uzunluk, tekrar sayısı ve benzeri konularda ilginç bir sürü şey denemiş olan Karnazes’in nasıl olduysa 2014 yılına kadar Spartathlon’a yolu düşmemiş. Bu ilk bakışta normal görünebilir, ama bence bu durumu ilginç kılan Karnazes’in Yunan asıllı olması. Zaten son kitabı olan ve bu yazının konusu olan Road To Sparta’ya da bunlardan bahsederek başlıyor. Neredeyse tüm kitaplarında kendi hayatından ve koşuya başlama hikayesinden bir şekilde bahseder. Bu kitapta da ailesinin Yunanistan’dan Amerika’ya gelişinden, kendi küçüklüğünden ve Yunan kökleriyle ilgili olan hikayelerinden söz ediyor. Sonra koşuya ve ultramaratonlara girişini, hayatının bu yönde değişimini anlatıyor. Kitabın geri kalanının yarısı, detayıyla Spartathlon’un hikayesini diğer yarısı da Karnazes’in 2014 yılında koştuğu bu yarışı içeriyor.
dean1
Spartathlon’un hikayesini her duyan zaten heyecanlanır, bir de o topraklara dayanan geçmişe sahip olunca Dean Karnazes’in heyecanı birkaç kat fazla olmuşa benziyor. Yarışı koşmaya, hem de modern yiyecek ve destek ürünleri tüketmeden, sadece hikayenin geçtiği dönemde Yunanistan’da yetişen yiyecekleri tüketerek koşmaya karar veriyor. Hazırlıklarını ve yarış öncesi ülkeye yaptığı ziyaretlerini uzun uzun anlatıyor. Yarışın çıkışına konu olan olayları titizlikle kaleme almayı da ihmal etmiyor.
Spartathlon’u 3 yıl öncesine kadar Türkiye’den hiç kimse koşmamıştı. 2014 yılında Aykut Çelikbaş ilk oldu. Önceden de ülkede ultramaraton meraklılarının çoğunun bildiği bu yarışı o yıldan sonra neredeyse herkes öğrendi. Aykut yarışı koşmaya 2015 ve 2016’da da devam etti. O koştukça biz heyecanlandık ve yarış hakkında bilgilendik. Aykut’un ilk defa koşacağı zaman yayınladığı yazısında ve Dean Karnazes’in kitabında detayıyla anlattığı yarışın hikayesini ben de burada yeniden uzun uzun anlatmak istemiyordum, ama bahsetmezsem bu yazının eksik kalacağını düşünüyorum.
Öncelikle şunu belirtmek gerek, maratonun temeli olduğu iddia edilen olaylarla Spartathlon’un dayandığı olaylar genelde birbirine karışır. Bu, iki nedenle çok doğal; ilki olayların çok eski zamanlara dayanıyor olması, ikincisi ise aslında gerçekten aynı olaylar zincirinin farklı halkaları olmaları. Bahsi geçen olaylar milattan önce 490 yılında yaşanmış. Neredeyse Ege kıyıları dışında her yeri ellerine geçirmiş olan Persler hakimiyetlerinin küçük de olsa tek tehdidi olan Yunan şehirlerini ele geçirmeye karar verir. Kuzeyden başlayarak tüm şehirleri, büyüklüğü ve gücü nedeniyle savaşmadan tek tek hakimiyetine alan Pers ordusuna boyun eğmeyen sadece Atina ve Sparta şehirleri olur. Savaş kaçınılmaz hale gelince Pers ordusu Atina’nın yakınlarında, yaklaşık 40 km uzaklıktaki Maraton ovasında savaş düzeninde yerleşir. Atina’nın ordusu Persler karşısında çok küçüktür. Bu nedenle Sparta’dan yardım istemek durumdalardır. O dönemde haberleşmenin en yaygın yöntemi ulaklardır ve Yunanistan’da bu habercilere hemerodromoi yani gün-koşucusu denmektedir. Efsaneye göre bunlar arasında en iyisi Pheidippides (bazı kaynaklarda Philippides) isimli bir koşucudur. Atinalılar, yardım istemek üzere Pheidippides’i mümkün olan en kısa sürede Sparta’ya gitmek üzere görevlendirirler. O yola çıksa da Atina’da hala tartışma sürmektedir; gidip Perslerle Atina dışında mı karşılaşmalı yoksa Spartalılar gelene kadar beklemeli mi? Zaten işi bu olduğundan, Pheidippides en hızlı ama bir o kadar da en güvenli yolları, bu yollarda faydalanabileceği kaynakları ve hava koşulları, zemin gibi detayları çok iyi bilmektedir. Eldeki güvenilmez verilere göre bir buçuk gün içinde 250 km uzaklıktaki Sparta’ya varır. Talebini duyan Spartalılar kendileri gibi boyun eğmeyen Atinalılara yardımı tabii ki hemen kabul ederler. Ancak 6 günden önce yola çıkamayacaklardır. Bunun nedeni inançlarıdır. Geleneklerine çok bağlıdırlar ve ay tam dolun olmadan savaş için yola çıkmaları inançlarına aykırıdır. Pheidippides’e 6 gün sonra birlikte Atina’ya doğru yola çıkacaklarına söz verirler. Ama Pheidippides, 6 gün beklerse Atinalıların çoktan savaşı kaybetip Perslilerce yok edileceklerini biliyordur.
Statue_of_Pheidippides_along_the_Marathon_Road
Kararını verir ve haberi yetiştirmek için hızla geri dönüş yolunda koşmaya başlar. O yollarda koşarken Atinalılar da Spartalıları beklememeye, Maraton’a gidip Perslerle orada savaşmaya karar vermiştir. Atina’ya ulaştığında ordunun ayrıldığını görür. Görev görevdir, haberi orduya yetiştirmesi şart olduğundan Sparta’ya gidiş geliş sonrasında bir de 40 km uzaklıktaki Maraton’a koşar. Uzun bekleyişleri sırasında Atina ordusu generali Persleri dikkatlice izlemiş ve sayıca az olmalarına karşın bir şans yaratacak detaylı bir plan yaparak koca orduya saldırmaya başlamıştır. Artık haberin bir önemi kalmadığından Pheidippides de savaştaki yerini alır. Atina ordusu Persleri karada şaşkına çevirir. Ancak Persler bu sefer de gemilerle Atina’ya doğru gitmeye başlarlar, planları ordusuz kalan Atina’yı denizden ele geçirmektir. Atinalı generalin buna da önlemi vardır ve hamleleriyle bunu da engelleyerek Persleri tamamen geri püskürtmüş olur. Atina’da bekleyenler ise kararsızdır, orduları yok edildikten sonra sıra kendilerine geleceğinden şehri boşaltmaları mı gerek yoksa beklemeleri mi karar verememektedirler. O sırada uzakta tek bir asker belirir; bu tabii ki Pheidippidestir. Günlerdir süren koşusu ve bir de savaşın ortasında kalmış olması artık tüm enerjisini tüketmiştir. Son nefesiyle zafer haberini verir ve oracıkta ölür.
Milattan Sonra 2. yüzyılda yaşamış olan Yunan yazar Lucian hikayeyi, önceki kısmından söz etmeden, Perslerin gemiyle Atina’ya yönelmeleri noktasında başlatır ve bu haberi Atina’ya ulaştırmak için 40 km koşan ve orada ölen Pheidippides’ten söz eder. Lucian’ın bu hikayesini daha inandırıcı bulduklarından mı yoksa bu son koşunun ölümle sonlanmasının etkileyiciliğine kapılmalarından mı bilinmez 1896’da ilk olimpiyat oyunlarını düzenleyenler Fransız dil bilimci Michel Breal’ın önerisi ile Maraton şehrinden Atina’ya kadar koşulacak bir yarışı oyunlara dahil ederler. Maraton ve Spartathlon’un hikayelerinin içiçeliği ve birbirlerine karıştırılmaları da işte bu yüzdendir.
Maraton bu haliyle şekillense de birileri hikayenin tümüne daha fazla önem vermiş ve detayları incelemeyi sürdürmüştür. 1982 yılında, tarihe ilgi duyan ve Herodot’un eserlerini okuyan uzun mesafe koşucusu John Foden asıl hikayedeki ilk uzun koşunun gerçekten yapılıp yapılamayacağını merak eder. Asker olan Foden kendisi gibi asker birkaç arkadaşı ile birlikte Heredot’un yazdıklarından çıkarabildikleri yolu kullanarak Atina’dan Sparta’ya koşar. GPS’in ve cep telefonlarının olmadığı o yıllarda bilmedikleri bir coğrafyada birbirlerinden kopup, çokça badire atlatsalar da en hızlıları yaklaşık 36 saatte tamamı da 40 saatin altında koşuyu tamamlar. Tabii ki hem ilk hikayenin hem de Foden ve arkadaşlarının denemesinin çarpıcılığı bir yarışa kaynaklık etmekte gecikmez. 1983 yılından itibaren Spartathlon adıyla, Atina’dan Sparta’ya 153 mil yani yaklaşık 246 km’lik parkura sahip yarış koşulmaya başlanır.
chrome_2017-04-15_21-25-39
Dünyada çok sayıda “çok zor” olarak nitelendirilen yarış var. Hepsi bu ünvanı hak etmek için farklı özelliklere sahip. Kimisi akıl almaz sıcak yerlerde, kimisi inanılmaz yüksek yollarda, kimisi çok zor zeminlerde, kimisiyse korkutucu tırmanışlara sahip parkurlarda koşuluyor. Spartathlon ise bu ünvanı hem mesafesi hem de koşanlara dinlenme fırsatı tanımayan zorlayıcı cut-off zamanlarıyla hak ediyor. Dünyanın en zor yarışı mıdır, değil midir bilinmez, ya da zaten böyle bir şey neye göre belirlenir kim bilir, ama hem hikayesi hem kuralları hem de uzun geçmişi nedeniyle ultramaraton dünyasında çok saygı gördüğü açık.
Ben 2008 yılında koşmaya başladım. Daha ilk yıllarda iki kalifikasyon aklıma düşmüştü bile. Biri hızlı maraton koşmayı gerektiren Boston Maratonu kalifikasyonuydu. Maraton koşmaya başlamıştım, “Daha hızlı nasıl koşabilirim?” diye düşünür, kazanılması olası bu kalifikasyona sahip olmayı planlardım. Diğeri ise plandan çok hayale neden olan Spartathlon kalifikasyonuydu. Hayaldi, ama bir yandan da çok uzun vadeli bir plana da dönüşebilirdi. Hatırlıyorum, açıp detayıyla araştırmayı dahi düşünmeden kulağımıza bir yerlerden çalınmış olan “100 kilometreyi 10 saatin altında koşmak” kuralını konuşurduk Ilgaz’la. “Yapılabilir mi, yapabilir miyiz, acaba ne zaman olur?” diye tartıştığımızı anımsıyorum. Sonra ne oldu bilmem, maratonu hızlı koşmaya, ardından da triatlona takıldım ve bu yarış aklımdan çıktı. Bilinçaltım hiçbir zaman yapamayacağıma karar verip bunu bir yerlere mi gömdü ya da ben imkansıza doğru adımlarımı küçük küçük atmaya mı karar verdim bilmiyorum.

spartabayrakguzel
Fotoğraf: Nikolaos Petalas

Uzun aradan sonra bir gün, 2014’ün mart ayında, Aykut’un katılacağı haberini verdiği yazısını okuduğumu hatırlıyorum. Ben o sırada Ironman yarışına hazırlanıyordum. Tanıdığım biri, hatta arkadaşım, sohbetler ettiğimiz, birlikte yarışlara başladığımız, koşu hikayelerimizin çok benzer başladığı insan Spartathlon’a kalifiye olmuş ve yarışmaya hak kazanmıştı. Hatta sonra da gitmiş ve başarılı bir sonuçla geri gelmişti. O zaman geçmişte yitip gitmiş o hayalin yeniden belirdiğini hissetmiştim. Belirse de hala uzağımda görünüyordu. “Acaba?” düşüncesiyle bir yıl, “Olabilir belki.” düşüncesiyle de başka bir yıl geçti. Yine de somutlaşmış planlarım içinde hiç yer almadı. Geçtiğimiz Eylül ayında İsveç’te bir 100 mil yarışını 19 saat 7 dakikada koştuktan sonra sürekli aklıma düşer oldu. Bu sürenin büyük ihtimalle kalifikasyon kriterlerine uyacağını tahmin ediyordum, ama emin değildim. Çünkü Spartathlon organizasyonunun bu kriterlerde sürekli değişiklikler yaptığını biliyordum. İlk defa kasım ayında açıp okuduğumu anımsıyorum. Kriterler bu sene de değişmişti. Kriter listesi yaklaşık 30 maddeden oluşuyor. Tümünü burada saymak anlamlı değil ama hem fikir vermesi açısından hem de benim durumuma uygun olanı anmak adına birkaçını sayayım:

  • Bir 100 km yarışını 10 (kadınlar için 10,5) saatin altında tamamlamak
  • Bir 12 saat yarışında 120 km (kadınlar için 110 km) katetmek
  • Bir 100 mil yarışını 21 (kadınlar için 22) saat altında tamamlamak (Bu sanırım geçen sene 22,5 saatti örneğin)
  • Bir 24 saat yarışında 180 km (kadınlar için 170 km) katetmek

Kriterlerin hemen altında başvuruların 20 Ocak-20 Şubat tarihleri arasında yapılacağı bilgisi göze çarpıyordu, çok takılmadım ve Road To Sparta’yı okumaya geri dönüp kalan üçte birlik kısmını okudum. Dean Karnazes yarışı anlatıyordu ve çok zorlandığından söz ediyordu. Beslenme konusundaki yaklaşımı ve parkur boyunca istasyonlarda hayranlarının dinlenmesini engelleyen ilgisi gibi bazı normal dışı etkenler olsa da yarışın parkuru, zemini, içinden geçtiği bölgeler ve dağ tırmanışı, dahası tüm bunların uzunluğu Ultramaraton Man’i çok zorlamışa benziyordu. Kitabı okudukça Aykut’un yaptığı işe olan saygım daha da artıyordu. Her ne kadar kalifiye olmuş olsam da yeniden bir süreliğine bir yerlere mi gömmeliydim bu fikri? Ama siz de biliyorsunuz ki bu tür düşünceler birer girdap gibidir, bir kere yakalandınız mı kurtulması neredeyse imkansızdır. Aklınıza bir yarışa, bir mesafeye meydan okuma düştüyse günün herhangi bir saatinde, herhangi bir yerde, bir anda onu düşünürken bulursunuz kendinizi. İnsanlar sorar “Yapacak mısın, deneyecek misin?”, cevap o an “Hayır”dır ve öyle de söylersiniz. Bu insanlar size, gözünüzden aklınızın derinliklerini görecek kadar yakın kişilerse bu “hayır”a inanmazlar. Başak da inanmadı. Hatta cevap verirken fotoğrafımı çekip bana gösterdi. Gerçekten hayır demiş olsam da telefonun ekranındaki ben “Evet!” der gibi görünüyordu. Aykut’a danıştım. O da, “Başvur kesinlikle.” diyerek yüreklendirdi. Bir word dokümanı açıp içine Black River Run’da koştuğumu, sonuç bilgilerimi yazıp yarışın sitesine yükledim ve olacakları beklemeye koyuldum.
logo
Bu kadar zor bir yarışta bile koşmak için kalifiye olmak yeterli olmuyor. Sizin gibi kalifiye olan ve hayali bu yarışı koşmak olan çok sayıda insan var çünkü. Yarış 390 kişiyle sınırlı. Kriterleri %20 farkla sağlıyorsanız (yani mesela 100 mili 16 saat 45 dakikada tamamladıysanız) otomatikman yarış listesine giriyorsunuz. Spartathlon’u 10 defa koşanlar ve bir ülkeden tek başvuru sahibi olanlar da listeye giriyor. Geri kalanlar için bir çekiliş yapılıyor. Bu yılın çekilişi 14 Mart günü gerçekleşti. Bana bugüne kadar büyük veya küçük hiçbir çekilişte bir şey çıktığını anımsamıyorum. Ama bu sefer oldu. Spartathlon 2017’nin geçici başlangıç listesindeki 390 kişi arasında benim de adım var. Ne yazık ki bu yıl Aykut olmayacak. Oysa başvurmaya karar verdiğimden beri, nedense onun kesinlikle katılacağından emin olarak bu heyecanı onun gibi biriyle, deneyimli bir Spartathlon koşucusuyla yaşayacağım olasılığını düşünüyor ve seviniyordum.
Koşu yarışlarında zihnin etkisi üzerine okuduğum bir kitapta, yarışları hafife almanın veya tam tersi ölesiye korkmanın o yarıştaki performansa negatif etkisi olduğundan, yarışı tüm gerçekliğiyle kabullerek ona göre hazırlanıp kucaklamanınsa pozitif etkisinden söz ediliyordu. Ben de bütün yarışlara bu şekilde yaklaşmaya çalışıyorum. Hiçbirini hafife almıyorum veya korkulara kapılmıyorum. Spartathlon’u hafife alacak kimse var mıdır bilmiyorum, ama ben kesinlikle böyle bir yanılgıya düşmem. Spartathlon’un gerçeklerinin de farkındayım. Bu yarış gerçekten zor. Çok uzun, çok zorlayıcı zaman limitleri var, kalifikasyonu bu kadar sıkı kriterlere sahip olmasına (yani zaten birçok şeyi başarmış insanların katılmasına) rağmen bitirme oranı neredeyse hiç %50’yi geçmemiş, hatta çoğu zaman %30-40 arasında olmuş. Bu, birçok deneyimli uzun mesafe koşucusu bu meydan okumada hayal kırıklığına uğruyor demektir.
chrome_2017-04-15_21-35-28
Yarışın eğim grafiğinde, “Herhalde çizimi sırasında çizen kişinin dirseğine biri çarpmış!” diye düşünmenize neden olan Partheon dağının görünümü insanı güldürecek kadar absürt. Üstüne üstlük grafikteki bu anomali 160. ve 175. kilometreler arasında ve herkes için geceye denk geliyor. Efsaneye göre Pheidippides burayı tırmanırken birden karşısında kafası insan, vücudu keçi olan tanrı Pan’ı görür. Pan ona, Atinalıların kendisine olması gerektiği gibi tapmaya devam ederlerse onların düşmanlarına korku salacağını söyler. Karnazes de yarış sırasında gece yarısı bu tırmanış sırasında kıpırdamadan heykel gibi duran birini gördüğüne yemin ediyor. Hatta tepedeki kontrol noktasındakilere “Gidin, o adama yardım edin.” diyor ama onlar Karnazes’e “Sizden başka şu anda tırmanan kimse yok, eminiz.” diyorlar. Bilmiyorum, Karnazes hikayedeki Pan olayına bir gönderme yaparak kitabına renk katmak için bunları üretmiş midir, ama bu tırmanış sırasında hayaller, halüsinasyonlar görenler olduğunu daha önce de duymuştum. Sonrasında 200. ve 220. kilometreler arasından, hem Aykut raporlarında hem de Karnazes kitabında çok ürkütücü bir şekilde söz etmiş. İkisi de benzer ifadelerle uyurgezer şekilde koştuklarından ve zihinlerinde çok derinlere gidip sıkıntılı anlar yaşadıklarından bahsediyorlar.
spartathlon-start
Tüm bunlar bu yarışa olan korkumu değil saygımı katlıyor. Şu anki tek hayalim (ve tabii planım) o zamana kadar bir sorun yaşamadan elimden geldiğince iyi bir şekilde hazırlanarak o sabah Akropolis’te başlangıç çizgisine ayak koyabilmek. Sonrasını henüz düşünmedim, şimdilik, o sabah, o meydanda onca deneyimli koşucunun arasında, eylül sabahı havasını ciğerlerime doldurup 36 saat içinde Sparta’ya varabilmek için koşmaya başlamaktan başka bir şey düşünemiyorum.

“Bir Kitap, Bir Yarış, Bir Haber” hakkında 5 yorum var

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir